LADING

Milli Düşünce Gazetesi Tanıtım Sayısı

Milli Düşünce’ye yeni bir çağrı!

Çok değerli muhterem dostlar..
Mübarek Ramazan Bayramı’nın bu ilk gününde; sizlere bir hediye sunmak üzere Haziran ayından itibaren 15 günde bir yayınlanacak Milli Düşünce gazetemizin tanıtım sayısı ile huzurlarınızda olmaktan büyük bir memnuniyet duymaktayız. Bu aziz ve mübarek bayramın ruhunu ve neşesini idrak etmeyi bize çok gören İslam ve insan düşmanı siyonist İsrail barbarlığı, ilk kıblegahımız Mescid-i Aksa’yı ablukaya almış ve yüzlerce Filistinli kardeşimizi yaralayıp katlederek kutsal mabedimizin harem-i ismatine tecavüze yeltenmiş, tarumar etmeye kalkışmış bulunmaktadır..
İslam dünyası geçen son yüzyılda tarih boyunca hiç olmadığı kadar mazlum ve mağdur olmamıştır. Türk milletinin koruyucu eli kırılmış kanatları sökülmüştür… Başsız ve hamisiz kalan ümmet paramparça olmuştur.Orta Avrupa’dan Orta Asyaya Kafkaslardan Orta Afrikaya kadar bütün coğrafyada baskı zulüm ve sömürü altında ezilen katledilen insanlar kurtarıcı bir ruha ve cesur bir ele muhtaçtır..
Aziz milletimiz şanlı tarihine, şanına ve inancına uygun biçimde yediden yetmişe her ferdiyle Filistin ve Kudüs için gerekli tepkileri göstermektedir. Hükümetimiz çok yönlü siyasi girişimlerle ilgili uluslararası kuruluşları göreve çağırmış Birleşmiş Milletler camiası içinde ve İslam ülkeleri nezdinde de tek bir vücut olarak bu elim olayın karşısında mücadele etmenin zeminini bulma çabası içindedir…

Dünyada 400 milyona yakın Türk soydaşlarımız ile 1.5 milyara varan Müslümanın yegane ümidi Türkiye’nin üzerinde olduğu gerçeği her zamankinden daha fazla anlaşılmakta, önem kazanmakta ve aziz milletimize duyulan güvenin karşısında ne derece ağır bir yük ve sorumluluk karşısında olduğumuzu daha çok anlamak durumundayız…
Böyle netameli ve hele de büyük bir pandemi savaşı ile de karşı karşıya olduğumuz bir dönemde gazete yayın işine girmek kolay değil. Ama biz 2012 den beri oluşturmaya çalıştığımız bir düşünce topluluğu ile hatırı sayılır işlere imza attık. Aramızda akademisyen, sanat edebiyat erbabı, gazeteci yazar iş adamı gibi toplumun her kesiminden dostlarla 10 yıla yakındır en azından iletişim halindeyiz. Basılı yayınlar özellikle gazeteler artık eskisi kadar rağbet görmemekte ve dijital ortamda yerini almaktadır. Böylelikle bizde e-gazete projesi ile huzurlarınızdayız ama senelik 24 sayı ve öncelikle bu tanıtım sayısı ile basılı olarak okuyucularımızla buluşacağız…

Dijital ortamda hiç şüphe yok ki Z kuşağı diye tanımlanan genç nesiller vardır ve onlara ulaşmak elbette ana gayemiz olacaktır.. Bize göre Z Kuşağı öyle alfabenin son harfi ya da “zurnanın son deliği” gibi tanımlanmasını yakışıklı bir tanım olarak görmüyoruz.. Onlar olsa olsa A Kuşağı diye tanımlanması gereken adam gibi adamlarımız gençlerimiz, D Kuşağı diyebileceğimiz delikanlı erkek ve kızlarımızdır… Ama illa Z Kuşağı dense bile onlar, bizim zinde kuvvetlerimizdir, geleceğimizdir ve her şeyimizdir.. İşte biz onları Milli Düşünce’ye yani bir çağrı ile onların anlayacağı bir dille hitap edeceğiz, onlarla beraber, onların kullandığı dijital araç ve gereçlerle yürüyeceğiz…

İstanbul Düşünce Enstitüsü bünyesinde ve bizi takip eden isimlerini diğer sahifelerde açıkladığımız değerli akademisyen gazeteci ve yazar dostlarımızın oluşturduğu fikir adamları; Milli Düşünce kavramı etrafında aziz milletimize hizmet etmenin heyecanını çok önemli milli bir görev ve sorumluluk olarak kabul etmektedirler… Milli Düşünce’nin değişik boyutlara savrulduğu zamanımızda aziz milletimizin ruh köküne inerek milli ve manevi değerlerimizi kıymetlerimizi yerli yerine ana eksene göre anlamak yorumlamak ve sahip çıkmak mecburiyetinde olduğumuza inanıyoruz.. Ne “milli görüş”çüler gibi amacından savrulanlar ve ne “milli merkez”ciler gibi ulusalcılara karışan fikri ve siyasi emelleri zaafa uğramış kitleler milletimizin hiç bir yarasına yeterli bir merhem olamayacakları aşikardır..

Yazar kadromuzun önemli bir kısmını bu tanıtım sayısında sizlerle buluşturmaktayız.. Kıymetli akademisyen ve yazarlarımızla çok anlamlı sorulara cevap aramak üzere röportajlar yaptık… Bu röportajları yaparken cumhur fikri ve siyasi eksene ve her kesimine özen göstererek fikir dünyamızın derinliğine inmeye çalıştık.. Önemle ve kat’iyetle inanıyoruz ki aziz milletimizin bir beka meselesi olan sorunlarına çözüm bulacak olan kadrolar bu fikri, siyasi hareketin ve akımın içinden çıkacaktır.. “Milli Düşünce” topluluğu olarak böyle kutsal bir mefküreye ve yüce ideale bir nebze bile olsa katkıda bulunmaktan destek vermekten mutluyuz gururluyuz…

“Milli Düşünce” e-gazetemiz siz değerli okuyucularımızın ilgisine ve desteğine çok önem vermektedir.. Dileğimiz ve arzumuz sadece manevi destek vermeniz ve bizi çevrenizde tanıtarak okuyucu sayımızın artmasına yardımcı olmanızdır…

İnşallah 15 haziranda ilk sayımızla karşınızda olacağız.. Her türlü eleştiriye, tavsiyelerinize ve manevi atkılarınıza ihtiyaç duyduğumuzu hassaten tekrar belirtmeyi bir borç ve görev biliyoruz.
Her zaman “Milli Düşünce” etrafında buluşmak ümidiyle hoşça kalınız…
Allaha emanet olunuz..
Selam ve saygılarımızla.

Mustafa Şatıroğlu

Aksülamel Röportaj Soruları

1- ) Şair İsmet Özel: “Endülüs Emevilerinin başına gelen benzer bir sonun Türkiye’nin de başına gelmesi sürpriz değil. ” diyor. Avrupa’dan Müslümanların katliamlarla sökülüp atıldığı gibi bir risk Müslüman Türkler için bu topraklarda hala geçerliliğini koruyor mu? 

2-)   Türkiye’nin 30 yıldır çözülemeyen Dağlık Karabağ sorunu konusunda Azerbaycan Devletine verdiği destekle askeri ve siyasi alanda kazanımlar elde edildi.  Bazı eleştirmenler sahada kazanılan zaferin masaya tam yansımadığı iddiasında bulunuyor. Sizce bundan sonra süreç nasıl devam edecek? 

3-) Zaman zaman belli odaklarca gündeme taşınan kuşak çatışması, Z Kuşağı ve gençlerin Ateizme ve Deizme doğru hızla kaydıkları yönünde yorumlar ve tespitler yapılıyor. 

Bu düşünceler ayakları yere basan sağlam analizler mi? Yoksa bir manipülasyon mu?   

4-) Toplumda aile yapısının çatırdadığı konusunda baskın bir kanaat var. Ancak bunun nasıl tamir edileceği konusunda net bir söylem ve tavır yok. İstanbul Sözleşmesi’nin iptali özelinde aile kurumunun geleceği noktasında neler söylersiniz? 

5- ) Son olarak Türkiye’de toplumun tamamının ortak bir paydada buluştuğu milli düşünce mefkuresi, ülküsü teşekkül ettirmek mümkün müdür? Bu minvalde Türkiye’nin belirlediği 2023, 2053 ve 2071 hedeflerinin ülkemizin gelecek tasavvuru çerçevesinde nasıl yorumluyorsunuz?

1-) Elbet Koruyor… Batı için Türklerin yeri Hazar’ın doğusudur… Tüm çabaları Anadolu’dan Türkleri kovmak, Doğu Roma’yı geri almaktır… Mücadelelerinin özünde bu var. Mustafa Kemal Nutuk’da buna değiniyor. Bu topraklarda kalmak için de İslami iddialardan vaz geçmek gerektiği yönünde bir siyaset izliyor, fakat zaman bu siyaseti kalıcı yapmıyor. Hanif Muhammedi Oğuz’lar İslam’dan vaz geçmiyor. Köklü Devlet aklımızın, Devlet yapısı içinde yeniden monte ettiği İslami hassasiyet ile Yeni Türkiye’yi Osmanlı’dan daha büyük, Türk-İslam-Mazlumlar bütünlüğü içinde yeni bir güç olarak inşa etmeye çalıştığını gözlüyoruz.

2-) Bu konuda en büyük kazanım, dünyada Türk Silahlı gücünün yeni savaş araçları ve taktikleri ile yeni bir çığır açtığı yönündeki dünyanın kafasını karıştıran tespitler olmuştur. Bu psikolojik ve askeri gücün, önümüzdeki süreçte,

silaha gerek kalmadan, diplomatik olarak kazanımlar elde etmemize vesile olacağını düşünüyorum. Öte yandan, 2023’den sonra Filistin’de yaşayamayacağını anlayan İsrai’in, bu bölgede, Hazar Türklerinin ana yurtlarında, küçük bir İsrail kurma çabalarından söz ediliyor.
Malumunuz, Aşkinaz Yahudilerinin soy bağının Hazar Türkleri olduğu iddiası çok da boş bir iddia değil.

3-) Türk Devlet aklı, İHL (İmam Hatip Liseleri) projesi ile bu gidişatı tersine çevirmeye yönelik bir adım attı. Bugün 1,2 milyon İmam Hatip’li olduğu ile övünen Sn. Cumhurbaşkanımızın, bu bağlamda bir gelişmeden mutlu olduğunu görüyor ve biz de bu devlet aklından memnuniyet duyuyoruz. 28 Şubat sürecinde bu sayının çok düştüğünü biliyoruz. Bugün Devleti yöneten aklın, İHL (İmam Hatip Lisesi) temelli olması, bu projenin önümüzdeki dönemde nasıl bir lokal, küresel etkiye sahip olacağını işaret ediyor.

4-) Avrupa’da aile yapısı nerede ise tamamen çöktü. Doğan çocukların nerede ise %60’ının evlilik dışı olduğu ülkeler var. Öte yandan Almanya’da 2,5-3 milyon küçük ve orta boy işletmenin, kurucu ailelerin çocukları olmadığı için, işi devam ettirecek genç nesiller olmadığı için sahipsiz kaldığı biliniyor. Rusya, Komünizm’le dağılan manevi değerleri, ahlaki yapısını, aile yapısını, Ortodoks Hristiyanlığa sarılarak yeniden inşa etmeye çalışıyor. Yeni Türkiye’nin de bu konuda yapabileceği tek şey, İslam ahlakı, Türk örfünü yeniden eğitim sistemine ve toplum yapısına hakim kılmaktır. Başka da bir seçenek görünmüyor. Çünkü aileyi önemseyen tek öğreti Allah’ın öğretisi.

5- ) Elbet mümkündür ve bu anlamda son bir asırda verilen mücadelenin artık iktidarı ele geçirdiğini, kritik eşikleri aştığını görüyoruz. Bu yapının kurumsallaşarak güçlenmesi, bu amaçla yeni anayasa çalışmalarının başladığını gözlüyoruz.
Türk Devlet aklının bu konuda kararlı olduğunu gözlüyoruz. 2023’e kadar temizlik ve alt yapı, 2053’e kadar güçlü büyüme ve uluslar arası örgütlenme, 2071’in de süper güç olmanın teyit edildiği seneler olacağını düşünüyorum.

1-) Şair İsmet Özel’in dediği gibi Endülüs Emevîleri’nin başına gelen benzer durum; bu toprakları İ’la-i Kelimetullah uğruna kanlarıyla sulayıp vatana dönüştüren ECDAD’ın varisleri olarak bizlerin de başına gelebilir. Bu her zaman canlılığını muhafaza eden bir “RİSK”dir.
Bu “RİSK” günümüzde, her zamankinden daha belirgin ve hissedilir vaziyettedir. Zira mazideki tahribat büyük olmuştur. Başlangıçta Türkiye Cumhuriyeti İdarecileri Batının beklediği değişikliği gerçekleştirmede, Cumhuriyetin ilk yıllarında kendilerinden beklenilenden daha ileri giderek, Batı Hukuku’nun toptan Reception’u cihetine gitmişler. Bunun sonucu Türk vatandaşı hayatı boyunca kendi öz değerleriyle ANCAK ölüm sonrası, DEFİN esnasında tanış olabilmiştir.
Buna ilaveten, “bizi biz yapan” millî değer, hars ve kültürümüzün temel irtibat ve iletişim rumuzları değiştirilmiş, ruh ve manamızın temel KAYNAKLARI ile milletin arasına barikatlar çekilmiş köklü engeller tesis edilmişti. Hasılı toplum sistemli bir şekilde her yönden özüne yönelik yabancılaştırma sürecine sokulmuştu. Bu süreç günümüzde eskiye nazaran yavaşlamakla beraber sinsi bir şekilde hala devam etmektedir.

Teknolojideki gelişme doğrultusunda iletişim araçlarındaki artan hız oranı, millî harsın etkinliği aleyhine sonuç üretmektedir. Kaldı ki Siyonist ve Emperyalist güçlerin yerli müttefikleriyle birlikte temel hedefleri; Müslüman Türk’ü yalnız Avrupa ve Balkanlar’dan değil bütün Anadolu’dan söküp atmaktır. Bunu böyle bilip ona göre teyakkuz halinde olmamız zorunludur.

2-) Önce şunu açıkça söyleyeyim; Türk Devleti Karabağ meselesinde belki beklediğinin %100’ünü masada alamamış olabilir. Ama şunu herkes gayet iyi bilsin ve emin olsun ki; bugüne kadar cephede elde ettiğimiz başarıya yakın, masada en kabarık oranda elde ettiğimiz kazanım, savaş sonrası Karabağ masasında elde ettiğimiz kazanımdır. Kimse kusura bakmasın, 1993’den beri Karabağ Meselesinin içindeyim. Başlangıcından bu yana süreci çok yakından takip ediyorum. Bu takip savaş esnasında daha yakından devam etmiştir. Cephe gerisinde, talebelerimle taziyesine uğranılmayan şehit evi yoktur. Biz üstünlüğümüzü hem cephede hem de masada sübuta erdirdik Elhamdülillah. Masa’da elde edilen en etkin sonuç; Türkiye-Nahcivan-Zengezur üzerinden Azerbaycan ve bütün Türk Dünyasına ulaşan gidişli-gelişli Karayolu ve Demiryolu geçiş hakkını elde etmemizdir. Vaktiyle Zengezur’un SSCB tarafından Ermenistan’a ilhakıyla gırtlağımıza çökülmüş “Baş- Beyin” mesabesindeki Türkiye ile “Gövde” mesabesindeki Türk Dünyası arasındaki irtibat ve iletişimi kopartmışlardı. Artık Karabağ Zaferi sonrası Masada gerdan yerine monte edilmiş, Baş ile Gövde arasındaki bağ yeniden kurulmuş oldu. Karabağ’da Masanın ürettiği en büyük sonuç işte bu kazanımdır. Bundan sonra Türkiye, sürecin baş takipçisidir. Genç, vasıflı, aktif, meselenin farkında olan şuurlu bir kardeşimiz Bakü Büyükelçisi olarak atandı ve göreve başladı. İnşallah en kısa zamanda Karabağ’ın üzerine sinen 30 yıllık Ermeni işgalinin izleri silinecek ve Karabağ madde ve manası ile Türk Yurdu olarak İBKA edilecektir.

3-) Kuşak çatışması bu milleti dumura uğratacak, dejenere edecek en etkin sosyal felaketlerden birisidir. Ben bu hususta aile yapımıza, hassaten analarımıza güveniyorum. Adab-ı Muaşeretin, terbiye ve ahlakın, kısaca millî harsın nesillerden nesillere intikalinde en etkin kurum ailedir. Dolayısıyla aile yapımızı sağlam tuttuğumuz sürece, anne-baba olarak Allah’ın bize göz aydınlığı mahiyetinde lütfettiği evlatlarımızı, kendi inancımız doğrultusunda öz kültür ve harsımızla, milli ve manevi değerlerimizle bezeyip yetiştirdiğimizde Allah’ın izniyle bu milletin bileğini hiç kimse bükemez. Elbetteki bu hususta Devlet de üzerine düşeni yapacak, Diyanet İşleri Başkanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, Kültür Bakanlığı, Okul-Öğretmen-İdareci- Veli işbirliği içerisinde durumun vahameti göz önünde bulundurularak tehlike bertaraf edilecektir. Yoksa millet olarak biz bertaraf oluruz.

4-) Siyonist ve Emperyalist güçlerin yerli işbirlikçilerinin yardımıyla Türkiye’de elde etmek istedikleri temel sonuç Türk Aile Yapısı’nın çatırdamasıdır. Diğer söylemiyle o YEDİDÜVEL, bizim aile yapımızı tahrip etmedikçe bizim birliğimizi, dirliğimizi zedeleyemezler. Onlar bunu gayet iyi biliyorlar. Onun için kendi değerlerini, çarpık ilişkilerini, bizim kültürümüze, inancımıza ters kabulleniş ve yaşayış tarzlarını ”Modernizm” adı altında bize empoze edip uygulamaya sokma gayreti içindedirler. İstanbul Sözleşmesi bunun bir uzantısı ve hatta altyapısı mahiyetindeydi. Dolayısıyla Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesinden çekilmesi Türk Aile yapısının karşısındaki bu bloku son derece üzmüş ve hatta geleceğe yönelik onları ümitsizliğe sürüklemiştir.
İstanbul Sözleşmesinden çekilmek Müslüman Türk’ün aile yapısının kendi değerlerine dönme sürecinin başlangıcıdır. Bizim yapmamız gereken; kendi kültür ve milli değerlerimiz içerisinde, geçmişimizden de yararlanarak belirleyeceğimiz ilkeler doğrultusunda, bugünkü aile yapımızı mutluluk ve huzur ortamına dönüştürmektir. Hukuk tarihimize baktığımızda geçmiş dönemlerde, bizdeki boşanma oranları %5 nisbetini geçmiyordu. Şeriyye sicillerinde bir tane bile kadına şiddet olayına rastlayamazsınız. Kısacası dermanı dışarıda değil, kendi geçmişimizde, kendi değerlerimizde, bizatihi kendimizde arayacağız ve özümüze döneceğiz.
Bir kere bu millet TEVHİD’de bütünleşmiş bir millettir. “Allah aşkına” dediğinizde bu millet orada durur ve üzerine düşen ne ise onu yapar.

5-) Elbette mümkündür. Bu millet bugüne kadar bunun çok örneklerini vermiştir. Bir kere bu millet TEVHİD’de bütünleşmiş bir millettir. “Allah aşkına” dediğinizde bu millet orada durur ve üzerine düşen ne ise onu yapar. Bu açıdan baktığınızda, bu milletin varlığı bütün insanlık ve dünya için bir şanstır. Bir de, bu milletin olumsuzluk üzerinde ittifak etmeyeceğine yönelik Sevgililer Sevgilisinin teminatı vardır. Bu millet bu özelliği ile, oluşturacağı toplumsal kabulleniş, güncelleştireceği ahlakî değer ve harsıyla hem kendi yönünü belirleyecek, hem de dünyaya örnek olacaktır.
Bu doğrultuda 2023’ü kucaklayacağı gibi 2053’de Fatih Sultan Mehmed’in, 2071’de Alparslan merhumun ruhaniyetiyle bütünleşip bütün dünyaya yönelik huzur ve barışın öncüsü olacaktır.

1-) Üzerinde yaşadığımız topraklar, Dünya’nın en gözde coğrafyasıdır! Ilıman iklim kuşağında yer alan Türkiye, hâlen birçoklarının iştahını kabartmaktadır. Nitekim; ülkemizin kuzeyindeki ülkeler soğuktan donarken güneyimizdeki ülkeler sıcaktan kavrulmaktadırlar. Dört mevsimin aynı anda yaşanabildiği bu cennetvari ülkeyi bizlere nasip eden Rabbimize ne kadar şükretsek, ve bu toprakları bize vatan yapan ecdadımıza ne kadar minnet duysak azdır. Böylesine hassas bir coğrafyada bize düşen; her şeyden önce çatışma değil, uzlaşma olmalıdır. Sevgi, saygı ve dayanışma içinde çok çok çalışmamız gerek! Bu topraklarda esenlik içinde yaşayabilmemiz için, tek yürek olmak, keyfiyet değil, mecburiyettir! Zira, bizi bu topraklarda rahat bırakmazlar! Ortak ideallerde birleşen Türkiye’nin yükselişe geçmesi, tam bağımsız ve hür yaşaması en büyük hedefimiz olmalıdır. Bu bakış açısıyla, Türkiye gibi dünyanın en güzel ve en alımlı köşelerinden birisinde konumlanmış; dört mevsimi bir arada yaşayan, bin bir çeşit güzelliği bağrında taşıyan, kıtalar arası geçişleri sağlayan; tarihi, doğal ve kültürel özellikleri ile göz kamaştıran ve son yıllardaki atılımlarıyla kıskanılan bir ülkede huzur ve refah içinde yaşamak için çok dikkatli ve uyanık olma zorunluluğu vardır. Türkiye’nin beka sorunu vardır ve sonsuz kadar da sürecektir. Zira, fırsatını bulurlarsa, hepimizi bu topraklardan atmakla kalmaz, köklerimizi de kazırlar!

2-) Kardeşler/Ülkeler ve Toplumlar arasındaki gerçek ilişki ve bağlantı kültürel ortaklıklardır. Dağlık Karabağ Zaferi ile ortaya çıkan hava ve oluşan şartlar, Türkiye ile Azerbaycan’ın ne denli sağlam köklerle birbirlerine bağlı olduklarını ortaya çıkarmıştır. Bu zaferin en somut sonuçlarından birisi, Türkiye-Nahçıvan ve Azerbaycan üzerinden Türkistan’a uzanacak olan kara ve demir yollarıyla açılacak olan koridor olmalıdır. Ancak o takdirde, sahadaki başarı masaya da yansımış ve zafer sağlamlaşmış olacaktır. Coğrafyamızda barış ve huzurun tesisi için hayatî önemi haiz bu tarihî adım, son derece hassas stratejik hamlelerle ebediyen kalıcı hâle getirilmelidir. Gönül kapılarının sonuna kadar açık olduğu Balkanlar, Kafkaslar, Azerbaycan, Türkistan coğrafyası, hepimiz için gerçek ve aslî kültürel coğrafyamızdır!..

Gönül kapılarının sonuna kadar açık olduğu Balkanlar, Kafkaslar, Azerbaycan, Türkistan coğrafyası, hepimiz için gerçek ve aslî kültürel coğrafyamızdır!..

3-) Tüm Dünya devletleri gibi Ülkemiz de son yıllarda, küresel çalkantılardan etkilenmektedir. Bu etkilerin başında gençliğin yönelişlerindeki değişimler ve değerler yitimi gelmektedir. Gençliği etkisi altına alan X-Y-Z derken şimdi de ALFA kuşağı ile yüzleşmek üzereyiz. Bu bağlamda Ülkemiz gençliğinde son yıllarda yükselişe geçen Deizm, Ateizm vb. yönelişler, artık endişe verici boyutlara ulaşmış durumdadır. Bu tehlikeli gidişin önüne geçebilmek için, her şeyden önce ciddi ve kapsamlı bir araştırma yapılması, veri toplanması ve sonucun değerlendirilmesi gerekir. Bir ülkenin insan kaynağı ve sosyolojik yapısıyla ilgili olarak bir değerlendirme yapıldığında, konuyu kendi bağlamından önce,genel çerçevede ve büyük fotoğraf içerisinde değerlendirmekte yarar vardır. Kanaatimizce, gençliğin içine sürüklendiği durum gerçektir, acıdır, vahimdir ve bir an önce önlem alınmalıdır.

4-) Bireyin en güvenilir sığınağı ve toplumun kilit taşı olan aile kurumu, bugün büyük birçok tehditle karşı karşıyadır. Her şeyden önce küresel ölçekte yürütülen aileye karşı duruş ve bireyselleşme akımı, ne yazık ki ülkemiz aile yapısına da sirayet etmiş durumdadır. Öte yandan, sözde kadınlara pozitif ayrımcılık adına yürütülen etkinlikler, aile yapısını tehdit eder konuma gelmiştir. Açık veya örtük olarak feminist duyguları kaşıyan bu yeni anlayış, kadına özgürlük getirmek şöyle dursun; kadına, çocuğa, erkeğe ve tümüyle aileye kurulan bir tuzak olarak kapımıza dayanmış durumdadır. Tüm Dünya’da kadına ve aile bireylerine yönelik şiddetin önlenmesi amacıyla 2011 yılında Avrupa Konseyi’nin ortaya koyduğu İstanbul Sözleşmesi, içerik olarak görünürde kadınlara yönelik şiddetin önlenmesi amaçlanmıştır. Ne var ki kadın profilinin abartılı bir şekilde aile bütünlüğünün çok çok üstüne çekilmesi, bilhassa Müslüman toplumlarda yeni sorunlara davetiye çıkarmıştır. Her şeyden önce, insan fıtratına aykırı olarak kadın-erkek arasında mutlak bir eşitlik, hatta pozitif ayrımcılıkla kadının birkaç basamak yüksek gösterilmesi, toplumsal dengeleri sarsmıştır.

İstanbul Sözleşmesi, Avrupa mantalitesiyle hazırlandığı için, içinde gizli-açık bir tarzda kendi bakış açılarını barındırmak yanında, bizim değerlerimizi –örneğin “namus” gibi- değersizleştirme eğilimi de sezilmektedir. Ayrıca, mezkûr Sözleşme’nin uygulanmaya başlamasından itibaren, ülkemizde aile içi şiddette tam aksine bir artış ve boşanma oranlarında ise, yükselmeler gözlenmektedir. Kadına şiddet, asla tasvip edemeyeceğimiz bir durumdur. Uygulamalar göstermiştir ki şiddete uğrayan kadınları korumak adına kadın sığınma evlerinin açılması, aile bireyleri arasına başkalarının girmesi, çözümsüzlüğü beraberinde getirmekte ve şiddeti körüklemektedir.
Bu ve benzeri tehditler karşısında en güçlü savunma mekanizmamız geleneksel aile yapımıza dönmek ve hanımefendiliği ve beyefendiliği yeniden keşfetmektir! Bunun açık adı; hanımefendilik ve beyefendilik kültürüdür. Küresel ve ulusal tuzakları bozabilmek için, anlamsız ve sonuçsuz kadın-erkek savaşı yerine, gerçek formlarımıza dönerek hepimizi koruyan güçlü bir kalkan oluşturabiliriz. Bu anlayışın kaynağı İslâm inancı ve geleneksel Türk aile yapısıdır. Çözüm ve çare içimizdedir. Bizi bize kırdırmak isteyenlere karşı uyanmak ve tedbir almak zorundayız! Başka çıkar yolumuz da yoktur!..

5-) Her birey, her şeyden önce, insanlık ailesinin doğal bir üyesidir. Yaratılmışların en şereflisi olan insanlık ailesine mensup olmak, diğer kimlik belirleyicilerine oranla çok daha kapsamlı, kucaklayıcı ve evrenseldir. Değişmez en önemli gerçek de bu geniş dairede gizlidir: Hepimiz insanız ve Hz.Adem’in çocuklarıyız. Demek ki temelde her insan değerlidir! Bütün insanları değerli görmek ve saygı duymak hem yaratılışın gereği hem de inancımızın icabıdır.
İnsanlar, yaratılışları gereği olarak bir arada yaşamak zorundadırlar. Onları bir araya getirip ortak yaşama iradesini tesis eden en önemli ortaklık; dinî duygular, millî değerler ve hayat tarzlarıdır. İnsanları kuru bir kalabalık olmaktan çıkarıp aralarında ortak duygu, düşünce ve gönül birliği oluşturan bu doğal ortaklıklar, insanları “ferdî benlik” duygusundan “millî kimlik” basamağına yükseltir. Daha üst basamak ise, “ümmet şuuru”dur. Örneğin; Müslüman bir kimsenin hem millettaşları hem de dindaşları için, “İnananlar kardeştir” ilkesi çerçevesinde “ümmet şuuru”na ulaşması son derece doğaldır. Nitekim, bu durum, insanın yaratılışına uygun olarak aynı değer yargılarına sahip insanları kardeş görme esasına dayanan kuşatıcı bir birlikteliktir.
Millî duygu insanlarda fıtri müspet bir duygudur. Millî bakış, millî görüş, millî duruş, millî hareket, millî ruh, millî şuur… millet olmanın basamaklarıdır. Millet; geçmişte ortak hatıraları olan, bugünde ortak ülküleri bulunan ve gelecek için ortak yaşama iradesine sahip olan topluluk demektir. “Millî kimlik”; bakış, duyuş, düşünüş, algılayış, zevk gibi ortak değerleri paylaşıp benimseyen topluluklarca asırlar içinde oluşturulmuş millî bağların bütünüdür. Bu bağlardan birkaçının eksik veya farklı olması bu ortaklığı engellemez. Ortak özelliklere sahip olmak, kendini ait ve mensup hissetmek, bireye hem öz güven verir hem de millettaşları için sıcak duygular oluşturur.
Milliyet, özü itibariyle dine, kültüre ve medeniyete dayanan ortaklıklar demektir. Birleştirici ve ortak değerlere dayalı milliyet anlayışı, asla yüce dinimiz İslâmla da ters düşmez. Tarih, kendi tecrübesiyle bizleri aynı mayayla yoğurarak “millet” yapmıştır. Kökenimizin, dilimizin veya inancımızın farklı olması, bu gerçeği değiştirmez. Ortak adımız da tarihin şan ve şeref numunesi ve İslamın bayraktarı olan Türk milletidir. Millet ve milliyeti çeşitlendirmek uğruna, halihazırda var olan milliyet bütünlüğünü kaybetmemek gerekir.

Millet ve milliyet kavramları yok sayılırsa, toplumun birlikteliği ve bir arada yaşaması sağlanamaz.

Her şeyden önce “bir”likte birleşmeliyiz. Evrende tek ve bir olan yegâne güç Yüce Allah(C.C.)’tır. Öncelikle kendimizi bilmek zorundayız. Nitekim, kendini bilen, Sahibini de bilir ve O’na yönelir. Her şeyin tek sahibi olan Yüce Mevla’mız, insanı en güzel şekilde yaratmış, ona akıl vermiş, nimetlerle dolu bir hayat bahşetmiş. İnsanlar için eşler yaratmış, yeryüzünü türlü türlü nimetlerle donatmış. Verdiği akıl ve izanla nasıl yaşayacağımızı da bize bırakmış. Dünyada iyilikler ve kötülükler; güzellikler ve çirkinlikler; doğrular ve da yanlışlar; yararlı ve zararlı iç içe… Hayatsa, seçimlerden ibarettir. Yaptığımız seçimler ise, her iki cihandaki akıbetimizi belirliyor. “Toptan Allah’ın ipine sımsıkı sarılın!” ilahi emrince ve “Allah indinde üstünlük takvadadır” düsturunca Rabbimizin emir ve yasaklarında bir olmalı ve bu “bir”likte birleşmeliyiz. Ortaya koyduğumuz bu düşünceler, ülkemizin gelecek hedefleri için yegane çözüm yoludur!..

1-) Endülüs Emevi Müslümanları M.S. 711’de girdikleri İspanya’yı 3 yıl içinde fethetmişlerdi. Hatta 732’de Güney Fransa’yı da ele geçirip Paris’e 100 km. yaklaşmışlardı. Hristiyanlar da dağlara sığınmak zorunda kalmışlardı. Ancak Müslümanlar zamanla rehavete kapılıp kendi aralarında bir sürü beylikler halinde bölünüp iktidar hırsıyla birbirleriyle savaşmaya başladılar. Etnik kimlikçilikle Berberi Arap çatışmaları hızlandı. Güçten düştüler. Bazı Müslüman beylikler, diğer Müslüman beyliklere karşı İspanyollardan yardım aldılar, onlarla işbirliği yaptılar. Aynı durum Göktürk Devletinin bölünüp dağılması sürecinde de olmuştu. Bazı Göktürk beyleri Çinlilerle işbirliği yapmıştı. Endülüs Emevi Müslümanları ayrıca millî ve dinî değerlerini kaybettiler, keyfe, eğlenceye, hazza, içki ve uyuşturucuya düştüler. Hristiyanlarla evlenmeye, onlara benzemeye, onların kültürünü, yaşantılarını, giyim kuşam biçimlerini, değerlerini, sembol ve kurumlarını, âdetlerini almaya başladılar. İslam’ı unuttular, İslam âlimlerini geri plana ittiler, itibar etmediler.Bu ortamda sadece 300 İspanyol, Asturias Krallığını kurdu. Bunlar “Reconquista” adını verdikleri Müslümanların İspanya’dan atılması projesini uygulamaya başladılar. Nitekim 1492 yılında Endülüs Emevi Müslümanlarının büyük bir bölümü İspanya’da yok edildi, kaçabilen kaçtı. Bunun başlıca sebepleri yukarıda sayıldı. Ayrıca Hristiyanlar Müslümanları diğer İslam ülke ve topluluklarından ayırıp onlarla bağını kopararak adeta yalıtılmış bir adaya hapsettiler.
Mesela Kastilya-Léon Krallığı 1462’de, Endülüs Müslümanlarının Kuzey Afrika ile irtibat sağladıkları tek nokta olan Cebelitarık’ı zaptetti. Böylece Endülüs Müslümanları tecrid edildi. Hristiyanlar da çevreden kuşatarak kolayca soykırım uygulayıp yok ettiler. Biz de aynı akıbete uğramak istemiyorsak bizi Azerbaycan ve Türkistan’a bağlayan koridora hâkim olup Turan Türk birliğini kurmak zorundayız. Irak ve Suriye sınırlarımızda geniş bir alanda önce Türkmeneli Devletinin kurulmasını, sonra da bu devletin Türkiye’ye iltihakını sağlamalıyız. Ayrıca Mavi Vatanda güvenliğimizi sağlayabilmemiz için Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ve Libya’nın mutlaka Türkiye’ye katılmasını sağlayacak çalışmalar yapmamız lazım. 1469’da Hristiyan krallıklar birleşerek İspanyol birliğini sağladılar. Ondan sonra hızla Müslüman şehirlerini ele geçirdiler ve Müslümanları soykırıma uğrattılar. Biz de aynı akıbete uğramamak için önce kendi içimizde millî birlik ve beraberliğimizi sağlamak, sonra da Türk ve İslam ülkeleriyle Türk-İslam birliğini kurmak zorundayız. Balkan devletleri, Romanya ve Macaristan gibi ülkelerle de değişik şekillerde birlikler kurmalıyız. Hristiyanlar Endülüs Müslümanlarına yönelik olarak “böl parçala yok et” taktiği uyguladı. Biz de aynı akıbete uğramak istemiyorsak ülkemizde Kürt-Türk, Alevi-Sünni, laik-dindar çatışmalarına izin vermeyen bir politika geliştirmemiz lazımdır. Emperyalist Haçlı Siyonist odakların güdümünde ve patronajında olan Türk ve İslam düşmanı siyasi, ideolojik, felsefi örgütlere, oluşumlara, her türlü terör örgütlerine, sapık ve gâvurun ajanı mahiyetindeki tarikat ve cemaatlere, partilere, derneklere, basın yayın organlarına karşı kararlılıkla mücadele edilmelidir. Kur’an ve Hz.Muhammed merkezli sahih İslam imanını yok eden deizm, ateizm gibi oluşumlara, konformizm, enternasyonalizm, sekülerizm, liberalizm, globalizm gibi eğilimlere karşı sağlam bilimsel, fikrî ve felsefi verilerle mücadele dilmelidir.

2-) Bu konudaki Türkiye-Azerbaycan dayanışması takdire şayandır. Tam bir Turancı yardımlaşma örneği sergilenmiştir. Tek millet ruhu ve dayanışmasıyla zafer kazanılmıştır. Ermenistan’ın işgal ettiği Türk toprakları bir bir geri alınırken araya Rusya girmiş ve savaşı durdurarak Türk topraklarının önemli bir bölümünün Ermenistan işgali altında kalmasını sağlamıştır. Ayrıca o bölgeye askerî üsler kurarak kalıcı olarak yerleşmesi gibi garip bir durum ortaya çıkmıştır. Azerbaycan, Rusya’nın tehditlerine boyun eğmeden işgal altında kalan diğer topraklarının da tamamını geri alıncaya kadar savaşa devam etmeliydi. Zira saha üstünlüğü bizdeydi, Ermenistan ordusunun yüzde seksenini imha etmiştik. Ancak her şeye rağmen mücadele devam etmelidir. Halen Ermenistan işgali altında kalan topraklarımızı da geri alma irademizden vazgeçmemeliyiz. Azerbaycan ve diğer Türk devlet ve toplulukları, üzerlerinden Rus korkusunu atmalı, özgüven içinde tam bir dayanışma ve birlik içinde Rusya’ya karşı haklarını, topraklarını savunmalı ve korumalıdır. Türkiye de onlara her anlamda tam destek vermelidir.

3-) Türk gençleri arasında deizm ve ateizme kayma eğiliminin varlığı doğrudur. Öyle bir hava vardır ki bu atmosferde dindar aileler bile çocuklarını koruyamamaktadır. Bunun başlıca sebepleri şunlardır: İslam büyük ölçüde gerçekten Müslüman, iyi, doğru, güvenilir, ahlaklı, erdemli, donanımlı kişi ve kurumlar tarafından temsil edilmemektedir.
İslam’ı temsil konumunda olan çarpık, sapık, yabancı devlet ajanı bazı tarikat, cemaat ve siyasi yapı gibi oluşumların İslam’a taban tabana zıt uygulamaları, İslam adına anlattıklarının ve uygulamalarının tamamen hurafe ve kötü niyet eseri ürünler olması, haksız, usulsüz ve kanunsuz kazanç elde ederek şımarıkça sefih bir hayat sürmeleri, adaletsizliklerin ayyuka çıkması, ehliyet ve liyakat yerine İslam’a aykırı biçimde grupçu, klikçi ilkel anlayış ve ilişkilere dayalı kayırmaların artması, üretim ekonomisinin olmaması, yeni iş alanlarının oluşturulmamasıdır.
Var olan bütün olumsuzluk, çirkinlik ve haksızlıkların İslamcı denilen kişi ve kurumlar tarafından yapıldığı algısının yaygınlaşmasıdır. Ancak İslamcı ve dindar olmayanların, ateistlerin da bir sürü çarpık, kötü, haksız, adaletsiz, düşünce ve uygulamaları da olmasına rağmen onların propaganda güçleri yaygın olduğundan göz önüne gelmemektedir. Sadece İslamcı ve dindarların yaptıkları kötülükler öne sürülmekte ve bunları gören gençler, İslam buysa ben değilim noktasına gelmektedir.
Bu durum karşısında yapılması gerekenler ana hatlarıyla şunlardır:
*İslamcı ve dindar diye bilinen etkili ve yetkili kişi ve kurumların bir an önce ve hızla kendilerine çeki düzen vermeleri, titreyip kendilerine dönmeleri, gerçek İslam’la yeniden kuşanmaları, İslam ahlak ve faziletine uygun davranmaları, adaletli, hakkaniyetli, insani, vicdani bir tavır geliştirmeleri, haram paradan, hak edilmeyen devlet millet malı ve parasından el çekmeleri, İslam ahlakına uygun helal, temiz, bir kazançla mütevazi bir hayat yaşamaları gerekiyor. *İslam’ı tebliğ görevi sahte, sapık ve cahil şeyh, şıh ve cemaat şefi gibi kişilerden alınmalıdır. Zira bu bir kamusal zarardır. Bunun demokratik fikir özgürlüğüyle bir alakası yoktur. Can, mal, namus emniyeti devletin koruması altındadır. Din de namus emniyeti dahilindedir. Milletimizin din emniyetini yok ediyorlar. Bunların yerine İslam’ı tebliğ görevi Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde gerçek Müslüman, samimi dindar, ahlaklı, erdemli ve en önemlisi doğru bilgiye sahip, alim, çağın ihtiyaçlarına cevap verebilecek donanımda, itici değil çekici, korkutucu değil müjdeleyici, gençlerin ilgi duyabileceği, sevebileceği, etkilenebileceği, örnek alabileceği İlahiyat profesörleri ve bu vasıflara sahip gerçek Türk aydınları devreye sokulmalı, her türlü imkânla, bütün basın yayın, eğitim, kültür kurumlarında seferber edilmelidir. Türk milletinin ve devletinin devam ve bekası buna bağlıdır.

Türk milletinin temel kurumu Türk ailesidir. Maalesef bugün en büyük millî meselemiz, kadim zamanlardan beri kutsal bir kurum olarak bildiğimiz Türk aile kurumunun çökmesidir.

4-) İstanbul Sözleşmesinin iptali yerinde bir karardır. Zira bu sözleşme bizim, Müslümanların değil tamamen batılı toplumların kendi anlayış, inanış, yaşayış ve toplumsal hayat tasavvurlarına göre üretilmiş bir metindir. Bize uymamıştır, zira uymadığı yaşanan örneklerden görülmüştür. Zinanın serbest kalması Türk aile kurumunu yıkmıştır. Zinanın bir an önce tekrar yasaklanması gerekmektedir. Zina yapanlara kuvvetli yaptırımlar uygulanmalıdır. Zira evli genç çocuklu kadınlar, kocalarıyla ufacık bir tartışma sonucu hemen internetten buldukları dolandırıcı, kadın pazarlamacı, uyuşturucu satıcısı müptezellere kaçıp gitmektedirler.
Türk milletinin temel kurumu Türk ailesidir. Maalesef bugün en büyük millî meselemiz, kadim zamanlardan beri kutsal bir kurum olarak bildiğimiz Türk aile kurumunun çökmesidir. Zira durum şudur: Türkler evlenmiyor, evlenenlerin büyük bir bölümü kısa süre içinde boşanıyor, boşanmayanlar çocuk yapmıyor, yapanlar bir, en fazla iki çocuk yapıyor. Bu durum tam bir millî felâkettir. Bu manzaradan mucize beklenmez. Bu yapı Türk milletinin kendi kendine intiharı demektir. Adeta köylüsüyle kentlisiyle, zenginiyle fakiriyle Türklerin tamamı resmini çizdiğim bu tabloya dahildir. Çevresine bakan herkes bunun böyle olduğunu görür. Çünkü Türklere dayatılan kültür emperyalizmi bağlamında konformist bir hayat tasavvuru belletilmiştir. Bireysel, anlık, günlük, kişisel menfaat ve zevk merkezli, hazcı, keyifçi, zahmetsiz, bencilce yaşanan bir hayat, ideal bir hayat olarak öğretilmiştir. Milliyetçilik duygusu yok edilmiş, Türk milletinin devam ve bekası duyarlılığı kazandırılmamış, çok çocuk sahibi olmak kötü bir şey olarak gösterilmiştir. Korunma tedbirleri ve nüfus planlaması sadece Türklere dayatılmış ve benimsetilmiştir. Türk nüfusunu artırmak için Türkiye Cumhuriyeti Devleti tedbir almalıdır. Zira temel ilke şudur: Nüfusunuz yoksa nüfuzunuz da yoktur.

5-) İçinde bulunduğumuz açmazdan kurtulmak, maruz kaldığımız kuşatmayı yarmak için öncellikle yapılması gerekenler şunlardır: Türk milletinin tamamının yüzde yüz samimi milliyetçi, tam İstiklalci, yüzde yüz yerli, millî ve İslami bir duyarlılık kazanması gerekiyor. Bir bilinç ve zihniyet yenilenmesine ve tazelenmesine ihtiyaç var. Her türlü emperyalist Haçlı Siyonist kasırgalar karşısında havada sersemce, rastgele uçuşmamak için sağlam ve derinlere uzanan Türk-İslam köklerimize dönmek zorundayız. Siyasi, ekonomik, kültürel, anlamda bütün toplumsal kurumlarımızın tamamen Türk-İslam inanç, töre, değer ve sembollerine göre yeniden yapılandırılması gerekiyor. Türk nüfusunun hızla artırılması ve Türk aile kurumunun güçlendirilmesi tedbirleri devreye konulmalıdır.
*Yeni nesillerin eğitimi konusunda Millî Eğitim Bakanlığının tamamen yerli, millî, İslamî ve bilimsel ve teknik anlamda da evrensel değerlere bağlı olarak yeniden yapılandırılması gerekiyor.
*Eğitim sadece okullardan ibaret değildir. Ayrıca genel eğitim kapsamında kültür, sanat, basın yayın, eğlence, spor gibi alanlarda da milliyetçi ve İslamî bir duyarlılığı geliştirerek çalışmalar hızla artırılmalıdır.
*Türkiye savunma sanayiinde ve diğer sivil sanayi alanlarında hızla ilerlemeli, bilim ve teknolojiye çok büyük önem verilmelidir. Mesela Selçuk Bayraktar, Türk gençlerine rol model olarak sunulmalı, onun gibilerinin sayıları artırılmalıdır.
*Bütün Türk ve İslam ülkeleri arasında Türk-İslam birliğinin kurulması çalışmalarına hemen başlamalı ve kısa zamanda sonuç alınmalıdır.

1-) Bu soruya kesin ve net bir cevap verilebilir. Evet bu büyük ve önemli risk kesinlikle geçerliliğini hala koruyor. Kıyamete kadar da bu risk geçerliliğini korumaya devam edecek. Batı dünyası (ABD, AB) haçlı ruhu ile hareket emektedir. Haçlı seferlerini unutmuş değiller.
Batı dünyası; Selçuklu İmparatorluğu, Eyyubi İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu, gibi medeniyetler kuran büyük Adil İslam imparatorluklarını unutmuş değil, Sultan Alparslan, Selahaddin Eyyubi, Fatih Sultan Mehmet Han, Kanuni Sultan Süleyman, Yavuz Sultan Selim, 2. Abdülhamid Han gibi büyük İslam liderlerini de unutmuş değil.
Şimdi Batı dünyası; Selçuklu, Eyyubi, Osmanlı gibi muhteşem İslam imparatorluklarının devamı olarak Türkiye’yi Alparslan, Selahaddin Eyyubi, Fatih Sultan Mehmed Han, Muteşem Süleyman, Yavuz Sultan Selim, Abdülhamid Han gibi İslam dünyasının dahi ve seçkin liderlerinin takipçisi ve devamı olarak da Recep Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli’yi hedef olarak görüyor.
Avrupa , Türkiye’yi ve Türkleri (Müslüman) İslam dünyasının lideri olarak görüyor.
Avrupa, Müslüman Türkleri, Endülüs Emevileri olarak görüyor.

Bin yıldır Batı dünyasının İslam dünyasına zarar vermesinin önünde bir kalkan gibi duran Türkler, Avrupa’ya İslam’ı yayan Türkler, … Avrupa için, dahası Hristiyanlık (Evanjelik) ve Yahudilik (Siyonizm/İsrail) için de çok büyük bir tehdit olarak görülüyor. Avrupa ve Batı (ABD) dünyasının gücü yettiği anda, Türkleri Endülüs Emevilerin durumuna düşürmek için elinden geleni yapacaktır. Avrupa, İslam dinini zayıflatmak, hatta yok etmek istemektedir. Yunanistan kullanılarak, Yunanistan üzerinden hem ABD’nin hem Avrupa’nın yapmaya çalıştığı gerçek, Türkiye’yi ciddi bir savaşa çekerek yok etmektir. Dışarıdan özellikle Yunanistan, içeriden ise özellikle PKK terör örgütü ürerinden yapılmaya çalışılan tam da budur. Avrupa, Türklerin şahsında İslam’ı zayıflatmayı, İslam dünyasını ve Müslümanları parçalayıp bir köle gibi yönetmeyi arzulamaktadır.
Sonuç olarak, Avrupa’dan Müslümanların katliamlarla sökülüp atılması gibi bir risk, Müslüman Türkler/Kürtler için bu topraklarda hala geçerliliğini koruyor. Bunun için tek millet bilinciyle hareket etmek gerekiyor.

2-) Türkiye ile Azerbaycan yıllardır tek millet iki devlet stratejisiyle hareket etmektedir. Türkiye’nin son yıllarda yaptığı atılımlar, gücüne güç kattı. Türkiye hem İslam dünyası hem Türk dünyası hem de ezilen diğer ülkeler için bir cazibe merkezi haline geldi. Adeta dünya lideri olarak görülüyor. Karabağ sorununun kısmen çözümü, Türkiye’nin de Azerbaycan’ın da dünyadaki itibarını arttırdı. Sahada kazanılan masaya istediğimiz gibi yansımış değil. Ben de bu kanaatteyim Ama, dünya güç dengeleri (Rusya, ABD, AB, İran) de dikkate alınmalıdır. Atılacak stratejik adımlarla, masada kazanılması gerekenden çok daha fazla kazanılabilir. Ermenistan, özellikle ekonomik ve kültürel ablukaya alınarak, Türkiye ve Azerbaycan’a bağımlı hale getirilerek, adeta Türkiye’nin bir eyaletine dönüştürülebilir. Bu şekilde Ermenistan, Türkiye ile Türk dünyası arsında bir tampon bölge olmaktan çıkartılabilir.
Süreç bizi nereye götürebilir?
Bu büyük ölçüde İran ve Rusya’ya da bağlıdır. ABD (İsrail) eğer İran’a bir askeri müdahale de bulunursa; büyük Azerbaycan yolu da açılabilir. Hatta ABD ve Batı dünyası, Türkiye ile Azerbaycan arasında bir rekabet bile oluşturabilir. Türkiye ile Azerbaycan birer rakibe bile dönüşebilir. Bu risk de var. Ama, stratejik hamlelerle bu süreç; iki devlet tek milletten, tek devlet ve tek millete evrilebilir. Misak-ı Milli’yi gerçekleştirerek (Kuzey Irak/IKBY-Musul-Kerkük-Suriye) Türk-Kürt tek millet birliğini sağlayan bir Türkiye, Azerbaycan ile de birleşerek, Anadolu İmparatorluğu’na dönüşebilir. Tuğrul ve Çağrı beylerin (Erdoğan ve Bahçeli) Anadolu Doktrini ile Türkiye; hem sınırlarını genişleterek büyür, hem İslam ve Türk dünyasının lideri olup, yeni bir dünya düzenini (Selam-PaxAnadolu) kurar.

3-) Z Kuşağı değil, Anadolu Kuşağı, Anadolu Gençliği, İslam Gençliği Kuşağı oluşturmalıyız. 2000 sonrası doğumluları tarif etmek için kullanılan Z kuşağı, ana gündem maddelerimizden biri. Özellikle 2023 seçimleri arifesinde bu konuyu daha çok tartışacağız. Muhalefet de Z kuşağına neredeyse Salak muamelesi yapmaya başladı. Adeta dünyadan (geçmişten) haberi olmayan bir nesil olarak tarif ediyorlar. AK Parti ve Erdoğan’la birlikte yeni bir nesil de oluştu.
Bu nesil Z kuşağı olarak uydurulan (belli bir kalıba sokulan) nesilden daha bilinçli ve sorumlu bir nesil.

Geçmişi sorguluyor ve geçmişe ulaşması da elindeki telefon kadar yakın. Yapılması gereken, gençlerin doğru bilgiye doğru kaynaklarla ulaşmasını sağlamak.
Bunun için bir internet ansiklopedisi (Anadolu Ansiklopedisi) kurulabilir. Gençlerin merak ettiği her şeye ulaşabilecekleri, geçmişle bugünü ve geleceği karşılaştırabileceği bir internet ansiklopedisi (Zkuşağı/gençliği Ansiklopedisi) son derece faydalı olacaktır. Anadolu/İslam Gençliği, bütün dünyadan haberdar olmalı ancak, sadece Batı kültürünün etkisinde de kalmamalıdır. Anadolu (İslam) Gençliği, Türkiye liderliğinde yeni bir dünya düzenin kurulması için hazırlanmalıdır. Anadolu (İslam) gençliği (Z) kuşağı, (başta nefs olmak üzere her türlü) putları bırakıp, Allah’a ve İslam’a koşacak dindar bir kuşak olarak tarihe geçmelidir.

Aile hekimi gibi aile avukatının (hukuk danışmanı) da olması gerektiğini daha önce önermiştik. Aile avukatı/hukuk danışmanı aynı zamanda sosyal medya danışmanı olarak da faydalı olabilir. Özal-Erbakan-Türkeş nesli, Erdoğan iktidarının (Cumhur İttifakı) ve yeni Türkiye’nin temellerini attı. Erdoğan kuşağı/nesli ise yeni bir dünyanın temellerini atacak şekilde hazırlanmalıdır.
Sonuç olarak; gençliğimiz hem deizm hem ateizm tehdidi altındadır fakat, abartıldığı kadar da değildir. Bu konu daha çok bir manipülasyon aracı olarak kullanılmaktadır. Elbette gençliğimize sahip çıkarak, gençliğimizi geleceğe hazırlayacağız.

4-) Aile yapımız ciddi bir tehdit altında. Boşanma oranları gittikçe artıyor. İstanbul Sözleşmesi aile yapımıza uymayan bir sözleşmeydi. Türkiye İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmekle önemli bir adım attı. Aile çökünce ne toplum kalır ne devlet! İstanbul sözleşmesi tam bir rezalete dönüşmüştü. Kadını koruyalım derken, kadın cinayetleri daha da arttı.
11 Mayıs 2011’de İstanbul’da imzaya açıldığı için ‘İstanbul Sözleşmesi’ ismiyle anılan Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi’ni imzalayan ve onaylayan ilk ülke Türkiye olmuştu. 1 Ağustos 2014’te yürürlüğe giren İstanbul Sözleşmesi toplumsal cinsiyet eşitliği ilkesine dayanıyordu. Sözleşmeyi Avrupa Konseyi üyesi olan 45 ülke ve Avrupa Birliği de imzalamıştı, ancak sözleşme sadece 34 ülkede onaylanarak yürürlüğe girdi. Türkiye, kendi kültürel kodlarına uygun bir yasa yapmak yerine, yine kopya çekmeyi tercih etmişti. Kopya çekmekle sınav geçilebilir ama, başarılı olunamaz. Yarım hoca dinden eder. Bu yasa (İstanbul Sözleşmesi) yarımdı. Yarım yasa neredeyse bizi aileden edecekti. Bu tehdit hala devam ediyor. Nitekim aile mefhumu çatırdadı. Aileyle birlikte önce toplum, sonra devlet dağılır. Toplumu aile oluşturur. Ailenin dağılması, toplumun da dağılması demektir. Toplumu ayakta tutan en önemli güç ailedir. Ailenin dağıldığı bir toplumu, devleti bir arada tutmak mümkün değildir. Aile olmadan, insanlık da ilerleyemez.
İslam’a uygun, aile yapımızı güçlendiren yasalara ihtiyaç var. Aile hukuku için artık Hz. Ömer Adaleti, Yasaları getirmenin zamanı gelmiştir. Dünyanın ihtiyaç duyduğu adalet, Hz. Ömer’in (r.a.) Hz. Rasulullah (s.a.v.) efendimizden devraldığı ve pratikleştirdiği İslam Adaleti’dir.
İlk adım olarak aile hukukundan başlanmalıdır. Bütün dünyaya örnek olacak İslam Aile Hukuku oluşturulmalıdır. Toplumu bir arada tutan, devletlerin devamlılığını sağlayan en önemli olgu, ailedir. Okullarımızda Aile ve Toplum Dersi olmalıdır. Liselerde Aile Eğitimi dersi olmalıdır. Bu dersler seçmeli değil, zorunlu ders olarak okutulmalıdır. Aile kurumu gün geçtikçe zayıflıyor. Aile çökünce ne toplum kalır ne devlet. Devlet Ebed Müddet ve Aile Ebed Müddet birbirinden ayrılamaz..

“Toplumun kahir ekseriyetini bir çatı altında toplamak, ortak bir paydada
buluşturmak mümkündür. Ortak paydamız İslam
Adaleti, Allah’ın adaletidir.

Anadolu Doktrini Stratejisiyle hareket edilerek,
hedeflerimize ulaşabiliriz.”

5-) Toplumun kahir ekseriyetini bir çatı altında toplamak, ortak bir payda da buluşturmak mümkündür. Ortak paydamız İslam Adaleti, Allah’ın adaletidir. Anadolu Doktrini Stratejisiyle hareket edilerek, hedeflerimize ulaşabiliriz.
Öncelikle yapmamız gerekenlerden biri, Anadolu (dünya) bayrağı oluşturmaktır. Özellikle spor üzerinden hareket edilebilir. Dünya olimpiyatları bayrağı gibi bir bayrak oluşturmalıyız.
Dünyanın bütün mazlum milletleri, hakları bu bayrağın çatısı altında toplanabilir. Dünya insanlığı Mezopotamya (Anadolu/İslam Coğrafyası) merkezlidir. Dünyanın merkezi Anadolu’dur. Anadolu Bayrağı aynı zamanda dünya bayrağıdır. Türkiye, dünya bayrağı tasarlamalıdır. Küreselleşmenin sonu yeni bir insan tipi üretecektir. Bu insan da tarihin son insanı olacaktır. Kıyametin kopmasına yakın insan, son insandır. İnsanlar bütün duygularının tatminine az çok ulaşacaktır. Dünya insanlığı sonuçta dine dönüş yapacaktır. İslam ve Hristiyanlık (Yahudi destekli) mücadelesinden İslam üstün çıkacaktır. İslam’ın adalet ve akıl anlayışı, İslam’ı üstün yapacaktır. Bütün dünya insanlığı adalette birleşmek zorunda kalacaktır.
Tarihin sonunu, kıyametin kopmasından önceki kısa/uzun zaman olarak yorumluyorum. Yani dünya nüfusunun çoğunluğunun Müslüman olma süreci. Son insan, Adil (Müslüman) insan. Bizim mefkuremiz budur. Son insan düzenini kurmak.
2023’ten sonra yeni bir Türkiye kurulmuş olacak. Yeni Türkiye, asıl atılımlarını (yeni bir dünya kurarak) 2023’ten sonra yapacak. Türkiye, asıl ‘yükseliş dönemini’ 2023’ten sonra yaşayacak.
Türkiye’nin büyümesine ayak bağı olan, Türkiye’nin ilerleyişinin önündeki en büyük engeller olan; CHP ve PKK (HDP)’yı, 2023’ten sonra iyi günler beklemiyor. Türkiye’yi ise (birlik ve beraberliğimizi korumaya devam edersek), çok iyi günler bekliyor. Yeni bir dünya kurmanın zamanı yaklaşıyor. AK Parti ve MHP, 2023’e kadar yeni Türkiye’nin kuruluşunu tamamlıyor. 2023’ten sonra ise, yeni bir dünya kuracağız. 2023’ten sonra ise, dünyayı yöneteceğiz. Yeni birlikler kurmalıyız. Balkanlara, Kafkaslara, Orta Asya’ya, Uzak Doğuya, Latin Amerika’ya, … bütün dünyaya açılmalıyız. Anadolu Selam/Barışı (PaxAnadolu) Düzeninin temellerini atmalıyız. Daha yeni başlıyoruz.
AB çöküşe doğru sürüklenirken, Anadolu Barışı (Selam/Pax-Anadolu) Düzeni, bir alternatif olarak yükselmelidir. 2023’ten sonra; Yeni Türkiye, artık yeni bir dünyanın temellerini atmalıdır. Anadolu (Selam) Barışı Düzeni’nin temelleri, 2023 ile birlikte atılmalıdır. Artık zamanıdır.

1-) Tarihi süreç içinde baktığımızda Müslümanlar gayelerinden saptıkları zamanlarda, gevşediklerinde, hazırlıklarını ihmal ettiklerinde veya birbirleriyle iktidar kavgası yaptıklarında zayıfladıklarında bu tür tehlikeleriler karşı karşıya kaldıklarını biliyoruz ve görüyoruz. Bunu geniş bir coğrafyada görmek mümkündür.
Haçlı seferlerinin başlangıcından beri değişen bir şey yok. Kudüs’ün haçlı sürüleri tarafından işgali ve oradaki ahalinin katledilmesi manzaralarını başka yerlerde de görüyoruz maalesef. Balkanlarda, Türkistan’da, Afrika’da kısaca yeryüzünün her yerinde bunu görebiliyoruz. Dün olduğu gibi maalesef katliamlar, yok etmeler, sürgünler ve ızdıraplar devam ediyor. Doğu Türkistan bölgesinde devam eden Müslüman Türk katliamı, Myanmar’da olan katliam ve sürgünler, yakın coğrafyamız olan Suriye, Irak ve Filistin’deki imhalar bunun delilleridir.
Haçlı zihniyeti böyle oldukça değişen bir şey olmayacak. Medeniyetimiz “gönül Fethi”ne istinad ederken haçlı anlayışı “vahşet”e istinad ediyor. Dolayısıyla Türkiye her zaman böyle bir tehdidin altındadır.
Özellikle batı haçlı anlayışı Türkiye’yi Türk-İslam coğrafyalarının “beyni” ve “kalbi” olarak kabul ediyor – ki doğrudur- ve bu kalp ve beyni imha etmeye çalışıyor.
Endülüs Emevilerinin akıbetine uğramak istemiyorsak İlayı kelimetullah doğrultusundaki nizamı âlem ülküsü zaviyesinden hazırlıklı olmak durumundayız.
Doğru amaç, doğru hazırlık hem maddi hem de manevi yönüyle direnç gösterecek bir teşkilatlanma biçimi ve nüfus, tarih bilinci, coğrafya şuuru ile birlikte teknolojiyi üretmek ve kullanmak gerekir.
Böyle bir hazırlığımız varsa biiznillah bizi kimse bu coğrafyadan sökemez, önümüze kurulan “bent”leri aşar dünyaya nizamât veririz. Aksi takdirde yıkım her zaman mümkündür.

2-) Sahada kazanılan her zaman masaya tam yansımayabilir. Bunun başlıca nedeni güç ve hazırlığınızdır. Savaşı sürdürebileceğiniz gücünüz ve yeteri hazırlığınız yoksa bir yerde bir yerde durur veya durdurulursunuz.
Esasında Karabağ sorunu yeni değildir. Özelikle Kafkas coğrafyasındaki dram “Altın Orda” devletinin dağılmasıyla başladığını ve arttığını söylemek yanlış değildir.
Ruslarla yapılan savaşlarda Tiflis, Bakü, Batum, Kars gibi bölgelerde yaşanan işgal, katliam ve vahşet unutulmamalıdır. Ha keza 30 yıl önceki katliamları ve işgalleri iyi tahlil etmek ve yorumlamak gerekir. Biraz önce ifade ettiğim gibi başarınız ve sürekliliğiniz “güç” ve “hazırlık”larınızla ilgilidir. Kanaatime göre Karabağ’da önemli sonuçlar elde edildi. Daha iyisi için mücadele edilmeli ve ediliyordur diye düşünüyorum. Sahada kazanılan masaya yansıtılmadı diyenlerin ekseriyetinin art niyetli ve “batı/batıl” zihniyetinin maşası olduğunu düşünüyorum. Daha iyi olsun, masada da kazanılsın diyenler ve eleştirenler yol göstermek durumundadır. Yol göstermiyorsa piyondurlar derim.
Bundan sonra “süreç” gücümüz ve hazırlığımız nispetinde ilerleyecek diye düşünüyorum. Türkiye’nin dört bir tarafında kuşatıldığı bir sürecin içindeyiz. Haçlı zihniyeti bizi her yerde durdurmaya çalıştığı gibi Karabağ’da da durdurmaya ve imha etmeye çalışacaktır. Bundan şüphem yoktur. Zira tarih boyunca bu yapılmaya çalışılmıştır. Başarımızın bir yönü içimizdeki haçlılaşmış/haçlılaştırılmış zihniyetlilerin tasfiyesiyle orantılıdır. Köle ruhlu piyonlar azaldıkça süreç olumlu bir şekilde ilerleyecek ve Batı Türkleri ile Doğu Türkleri bir araya daha kolay bir şekilde bir araya gelecektir diye umuyor ve bekliyorum. Rabbulalemin yâr ve yardımcımız olsun.

3-) Kuşak çatışmasından ne anladığımıza bağlıdır. Kuşaklar arasında farklı düşünüşler elbette vardı, var ve var olacak. Bu kaçınılmaz bir durumdur. Özellikle kuşaklar arasında “ortak payda” zayıflamış veya zayıflatılmış ise çatışma artar. Maalesef ortak paydamız fazla aşındırılmış ve aşındırılmaya devam ediliyor. Soruna bu bağlamda “küresel haydutlar”ın ortak paydayı ortadan kaldırmak için her türlü oyunu sahneliyorlar.
Z kuşağı tabiri bile başlı başına bir yönlendirmedir. Z “ziro” sıfır anlamındadır. Z kuşağı bütün değerlerden sıfırlama anlamında kullanılıyor. Hiçbir değeri ve kutsalı olmayan bir nesil arzu ediliyor.
Küresel haydutların oyunu neticesinde değer ve kutsallardan uzak ve sıyrılmış tiplerin çoğaldığı bir gerçektir. Buna rağmen direnç de vardır.
Hepimiz biliyoruz ve kabul ediyoruz ki, “ne ekersen onu biçersin” ilkesi bütün nesiller için geçerlidir. Doğru ilkeler, doğru amaç ve program ile bir şey ekmeye çalışmaz isek ateist veya deist kuşak çoğalır.
“Eğitimin gayesi Salih insan yetiştirmektir” demekle iyi kuşak yetişmiş olmuyor. Buna uygun bir süreci isletmek gerekir. Malum olan şudur. Arkadaşını söyle kim olduğunu söyleyeyim” ilkesi “çevre”nin tanzimini ifade eder.
Sağlam bir çevreyi inşa etmeyi hedefleyip gerçekleştirirsek ateist ve deist nesil değil, kuşaklar arasında çatışmanın az olduğu Salih nesilleri yetiştirmiş oluruz.
Aksi takdirde küresel haydutların yönlendirmesiyle ateist ve deist nesiller yetişebilir ve kuşaklar arasındaki çatışmalar artarak toplum imha edilir. Kendindeki güzel nitelikleri terk ederek tarih denilen mezarlıkta yerini alan pek çok “kuşak” vardır.

4-) Türkiye’de aile yapısının çatırdadığı bir kanaat değil bir vakıadır. Evliliklerin azalması, evlilik dışı beraberlikleri ve boşanmaların artması, doğum oranının düşmesi, cinayetlerin artması bunun delilleridir. Ailenin çatırdaması süreci yeni değildir. Özellikle değerlerimize, inancımıza aykırı yazılı kurallar (kanun, tüzük, yönetmeli, genelge, yönerge vs.) arttıkça aile denilen kurumdaki dağılma ve yok olmaya gidiş artmaktadır. İstatistikî bir bakışla da bunu gözlemlememiz söz konusudur.
Bilindiği üzere yazılı kurallara ailenin, toplumun, öğrencinin, iş yerinin şekillenmesinde etkilidir.
Aile kurumuna bu gözle baktığımızda aile ile ilgili yapılan bütün düzenlemelerin bizim değerlerimize ve inancımıza aykırı olduğunu görüyoruz.
Süreç böyle devam ettirildiği müddetçe de dağılma ve yok olma devam edecektir. Düzelme mümkün mü?
Elbette mümkündür. Aile dediğimiz kurumun kurallarını bizim değerlerimize, örfümüze ve inancımıza göre şekillendirmek, yazmak ve inşa etmektir. Bun başardığımız takdirde aile kurumunu kurtarabiliriz. Bilindiği üzere aile kurumunun bir hukuku olmalıdır ve vardır. Bir ailenin teşekkülünde ebeveyni oluşturan eşler ile çocukların hakları, görevleri ve birliktelikleri ile ilgili kurallar yerleşik hale getirilirse aile birliği daha kolay gerçekleşir.

Maalesef bugün benimsenen kurallar aileyi dağıtma içindir.
Sadece bir misal olsun diye söyleyeyim.
Nafaka, aile reisliği, erkek ve kadının vazifeleri gibi konular bize ait olmayan değer ve inanış üzerine inşa edildiği için aileler dağılıyor.
Çözüm batı/batıl ilkelerin terki ve yerine bize ait ilkelerin ikamesi ile mümkündür.

5-) Böyle bir ülkü teşekkül ettirmek mümkün mü? Elbette mümkündür. Esasında vardır. “İlayı kelimetullah için nizam-ı âlem ülküsü”
Bu ülkünün yansıması “çağrımız İslam’da dirilişedir” ve kanımız aksa da zafer İslam’ın” şeklinde olmuş idi geçmişimizde.
Bu ülkü günümüz ve yarınımız için de geçerlidir. Yeter ki, bunu ihya edebilelim. Bunu başarabilirsek insanı ihya etmiş ve dünyaya nizamât vermiş oluruz.
“Yiğit düştüğü yerde ayağa kalka” diye bir söz vardır. Biz burada düşürüldük ayağa kalkmamız da bununla mümkündür.
2023, 2053 ve 2071 hedefleri doğru ama eksiktir. Bu hedefler iki kanatlı olmalıdır ki, gerçekleşsin. Hedefler maddi kanat şeklinde belirlenmiş ve doğrudur. Zaman ve zemine göre daha da geliştirilir ve değiştirilir.
Eksik tarafı maddi olmayan kanattadır. Salih insan yetiştirme kanadı zayıftır. İlayı kelimetullah doğrultusunda âleme nizam verme duygu ve heyecanını taşıyan nesillerin yetiştirilmesiyle ilgili amaç ve program yoktur. Maalesef eğitim sürecinin imalat hataları bu ülkenin sevdalısıdır.
Mevcut eğitim sürecinin tezgâhından geçenlerin ekseriyeti duygusuz, heyecansız ve hedefsiz yetişmektedir.
İki kanatlı bir ufuk bizim medeniyetimizin ihyasına ve dünyayı 2023, 2053 ve 2071 inşasına götürür.

1-) Sayın İsmet Özel Bey bu tespiti kendi araştırmaları ve derinliğine göre yaptığına göre haklıdır. Küresel dünyaya din eksenli baktığımız zamanda, Hristiyan batı dünyasının din taassubu Sayın Özel’i haklı çıkarmaktadır. Önümüzde 20.yüzyılın son çeyreğinde yaşanılan; Afganistan, Bosna- Hersek, Karabağ, Irak gibi bir sürü örnekler mevcuttur.
Öyleyse böyle bir tehlike vardır. Tedbir almak gereklidir. Bu tedbirler neler olmalı diyecek olursak, öncelikle en azından bu tespitin ışığı altında biz Türkler savunma hatlarımızı ileriye en ileriye kurmak mecburiyetinde olduğumuzu bilmemiz gerekir. Bu mecburiyeti bize ta tarihin derinliklerinden Orhun Kitabelerinden gelen “Ey Türk titre ve kendine dön” ifadesi gerekli kılmıştır. Bu ikazdan öncede, birlik ve beraberlik içinde olmamız gerektiği, böyle olursak kimsenin bu asil milleti yıkamayacağı bildirilmiş. Biz bunu en son ne zaman uyguladık. 15 Temmuz darbe girişiminde. Ve o darbe girişiminde gerçekten titreyerek kendimize döndük.
Ve o gün bugündür, kendi işimizi kendimiz görür olduk. Somali’de, Katar’da, Suriye’de, Irak’ta, Libya’da, Doğu Akdeniz’de Ege’de birbiri ardına yaptığımız operasyonlar ve Mavi Vatan gibi, bütün ülkelerin şaşırdığı pandemi sürecinde bütün dünyaya yaptığımız yardımlar gibi, Karabağ konusunda attığımız adımlar gibi çıkışlarımız bizi bölgesel güç olmaktan çıkartmış, küresel güç konumuna getirmiştir.
O halde bunu iyi kullanarak zaten var olduğumuz Balkanlarda, Orta Doğuda, Kafkaslarda savunma hatlarımızı pekiştirmemiz, bunun dışında farklı hamlelerle de perçinlememiz elzemdir. Özellikle Roma’ya koç başı olacak Bosna’nın altını örmemiz gerekmektedir.
En büyük hedefimiz; Amerika Birleşik Devletleri gibi, AB (Avrupa Birleşik Devletleri) gibi, Rusya (Federasyonu) Birleşik Devletleri gibi “TÜRK BİRLEŞİK DEVLETLERİ’ni” âcilen kurmamız olmalıdır. Bunun için TÜRK KONSEYİ, TÜRKSOY, TİKA, YUNUS EMRE ENSTİTÜSÜ, MAARİF gibi kuruluşlarımızın oluşturduğu alt yapıyı değerlendirmemiz yeterlidir. Parlamentolar arası kurulan dostluk grupları “Türk PARLAMENTOSU’nu” oluşturur.
Ortak askerî tatbikatlarla Türk Soylu Devletler birbirlerinin muharip gücünü zaten tanıyıp öğrendiği için ortak ordu kurulur.

2-) Tabi burada beklentiler nelerdi, kazanımlar nelerdir? Birinci muhatap Azerbaycan ve destekçisi Türkiye’nin temel gücüne ve bu işi sürdürülebilirlik oranlarına, özgüvene bakmak lâzım. 30 yıldır işgal edilmiş topraklardan bugüne kadar bırakın bir çakıl taşı almayı, sınır boylarında Ermeniler tarafından yapılan saldırı ve tacizlerle yine bu süre içerisinde onlarca şehit verilmişti. Yâni Azerbaycan hep kayıptaydı.
Peki ne oldu da bu durum bir anda Azerbaycan’ın dolayısıyla Türk Dünyasının lehine döndü. Bunun temelinde Türkiye’nin yaptığı teknolojik hamleler, sergilenen atak bir dış politika ve Kahraman Ordumuzun sahaya inerek duruma vaziyet etmesinden doğan “ÖZGÜVEN” vardır.
Bu başta komşumuz ve kardeşimiz Azerbaycan’a ziyadesiyle yansımıştır. Türkiye’den giden subaylarımızın verdiği eğitim desteği özgüveni artırmış, İHA ve SİHA’larımızın devreye girmesiyle bu güven zirve yaparak 30 yıldır işgal altında kalan topraklar büyük ölçüde kurtarılmıştır. Buda beklentileri artırmıştır. Dolayısıyla masada kaybetme endişesi ya da daha fazla kazanma beklentisini beraberinde getirmiştir. Bundan sonra süreç nasıl işleyecek sorusunun cevabı için endişelenmeye gerek olmadığı kanaatindeyim. Devletimiz güçlüdür. Azamî kazanımlar için gereğini yapacaktır. Bu kazanımların başında Laçin Koridoru’nun açılması vardır. Kanaatim bu koridor kesinlikle açılacak ve Türk Dünyasıyla kopartılan Ana Vatan, Ata Vatanla bütünleşecektir.
Türk askerî varlığı artarak devam edecek, bölge hâkimiyetimiz perçinlenecektir. Dolayısıyla sınırlarımızın ötesinde bir savunma hattımız devreye girecektir. Minsk üçlüsü devre dışı kalarak hükmünü yitirecektir. Lâçin koridoru üzerinden doğal kaynakların ülkemize direk ulaşması ve buradan da dış pazarlara ulaşımı kolaylaşacak ve üçüncü ülke sınırları by pass edilecektir. Buda dengeleri lehimize değiştirecektir.
Ayrıca Karabağ’ın statüsüne baktığımız zaman; Sovyetler Birliğinin 5 Temmuz 1921’de aldığı Karabağ Azerbaycan’a aittir kararı ile Sovyetler Birliği Anayasanın 78. Maddesine göre “Cumhuriyetlerden biri diğerinin toprağını ilhak edemez” hükmü Azerbaycan’ın lehinedir.
Yine bütün bunlara rağmen Karabağ’ın Ermenilerce işgal edilmek istenmesi ve kendisine ait olduğunu ilân etmesinden hemen bir gün sonra 10 Ocak 1990’da Sovyet Yüksek Prezidyumu toplanarak Karabağ’ın Ermenistan’a bağlanamayacağını ilân etmişti. Yetmemiş, 21 Şubat 1990 tarihinde bir kez daha olağanüstü toplanarak “Dağlık Karabağ’ın Azerbaycan toprağı olduğu ve bunun değiştirilemeyeceği” kararını alarak 15 Cumhuriyete bildirmişti.
Ancak Ermenistan büyük bir aymazlık örneği göstererek Moskova dâhil kimsenin kabul etmediği bir hareketle 10 Aralık 1991’de tek taraflı referandum yaparak Karabağ’ın bağımsızlığını ilân etmiş, sonrada saldırarak ortaya koyduğu katliamlarla Karabağ’ı işgal etmişti.
Yaşanılan bu süreç gerek Azerbaycan’ın gerekse garantörü konumundaki Türkiye’nin elini güçlendirecek, kimseye pabuç bırakmayacaktır. Kazanan Türk Dünyası olacaktır.

3-) Z Kuşağı kavramı istesek te istemesek te gündemimize geldi oturdu.
Teknolojiyle barışık, serbest hareket eden, başına buyruk gibi davranan bu gençlerimiz her kesimin dikkatini çekmekte, bu kuşağa sahiplenme iş güdüsüyle hareket eden birtakım çevreler bu gençlerin kendilerine daha yakın olduğu imajı vermek için onlar üzerinden sürekli spekülatif laflar ürettiklerini ibretle ve şaşkınlıkla hep birlikte izlemekteyiz.
İnsanlık var olduğu günden beri her toplumun içerisinde her düşünce ve davranıştan bireyler olduğu bir gerçektir. Bu, dünde böyleydi bugünde değişmedi.
Tanımakla ve kendisinden ders almakla müşerref olduğum rahmetli Erol Güngör Hocamız, bundan tam 40 yıl önce söyledikleri bugünden farklı değildir. Bizim (Z) kuşağı dediğimiz nesilden bahsederek ne demişti Erol Hoca; ” Yeni nesiller sadece bedeni çalışmadan değil, zihnî çalışmadan da kaçıyorlar. Eğitim yerine diploma, teori yerine reçete, kitap yerine broşür istiyorlar.” Hocamızın bu serzenişini günümüzde abartanlar vardır.
Hele bazı kesimler var ki, toplum içerisinde aykırı hareket eden marjinal sapkın grupları abartılı bir şekilde gözler önüne sermeye çalışarak kendi lehlerine sinekten yağ çıkarmaya çalışmaktadırlar. Ancak bu gerçekleri yansıtmadığı gibi, yaptıkları azı çok gösterme çabaları ne kendilerine nede bu ülkeye fayda getirmeyen yaklaşımlardır.
Geleneklerinden ve aile eksenli yaşamdan bin bir türlü propagandalarla koparılmaya çalışılan bu genç nesil için maalesef mutaassıp ve millî kesimden de yine abartılı eleştiriler gelmekte insanların kafaları karıştırılmaktadır. Ne hikmetse bizim mahalle insanlarının, ortada gözüken küçük kötü örnekleri ziyadesiyle abartarak ve defalarca tekrar ederek ne tür propaganda yaptıklarının ve kime hizmet ettiklerinin farkında olmadıklarını görüyorum. Diğer tarafta; vatanına bağlı, milletini seven, öldürsen ailesinden kopartamayacağınız, teknolojiyle hem hâl, ama ehl-i nâmus, üstelik ezici çoğunluğu göz ardı etmek akıl işi değildir, birilerinin ekmeğine yağ sürmektir.
Biz gençlerimize inanıyoruz. Onların hiç bozulmayacak mayalarına güveniyoruz. Yeter ki, 20 yüzyılın sonları ile 21. yüzyılın başlarında baş döndürücü bir hızla gelişen ve belli bir yaşın üzerinde olduğumuz için teknolojiden biraz uzak kalmış bizlerin bu gençleri anlamaları ve onları millî- manevi bilgilerle donatarak, geleceğimize sahip çıkmak adına doğru yönlendirmemiz gerekiyor. Birde fabrika yapan fabrikalar gibi, milli nesiller yetiştirecek millî öğretmenler yetiştirebilmeliyiz.
Sadece biraz ilgi…

Aile ve onu meydana getiren çekirdek ana- baba hakkında o kadar çok İlâhî emir, Peygamber buyruğu varki; bunları okumak, okuyandan dinlemek, yaşayandan görmek ailenin sağlam temeller üzerinde varlığını devam ettirmek için yeterli sebeplerdir.

4-) Toplumda zaman zaman aile yapısının çatırdadığına dair duyumlar bizlerde alıyoruz. Hatta dost meclislerinde en çok konuşulan konuların başında geliyor.
Ancak insanlar (Z) kuşağı konusunda olduğu gibi abartmıyorlar, her ortamda defalarca konuşulmuyor, endişe ve akabinde tedbir mahiyetinde dost meclislerinde endişelerini dile getiriyorlar.
Son dönemlerde alevlenen “İstanbul Sözleşmesi” tartışmaları aileye yönelik endişeleri bir hayli artırdıysa da bunun yerinde bir kararla iptal edilmesinden sonra hız kestiğini görüyoruz.
Fakat bu, aile üzerinde endişeleri yok etmediği gibi, kendiliğinden iyiye doğru gitmesini de kimse beklememeli. Kafa yormalı, çözüm yolları aramalıdır.
Bunun için elimizde iki çok önemli dayanağımızın var olduğunu biliyoruz. 1) Kur’an, 2) Sünnet. Bunların altında ise müçtehitlerin, âlimlerin ortaya koydukları hükümler, kararlar, tavsiyeler ile her dönem çimento görevi ifa eden tasavvuf ehlinin yol göstericiliği vardır.
Aile ve onu meydana getiren çekirdek ana- baba hakkında o kadar çok İlâhî emir, Peygamber buyruğu varki; bunları okumak, okuyandan dinlemek, yaşayandan görmek ailenin sağlam temeller üzerinde varlığını devam ettirmek için yeterli sebeplerdir.
Kendi hayat tarzımızı buna göre dizayn ettiğimiz gibi, bizden sonra gelecek nesiller içinde bu yolu gösterecek zemini ve şartları hazırlamak boynumuzun borcu olsa gerek.

5-) Millî düşünce mefkûresi, ülküsü teşekkül ettirmek elbette mümkündür. Ortam müsaittir. Durum elverişlidir.
Kuzeyden esen kızıl rüzgârlar Sovyetlerin dağılmasıyla bu asil milletin üzerinden dağıldığı gibi, İran’dan esen Şia eksenli, ya da nereden estiği belli olmayan her şey Kur’an da var mantığıyla mezhepsizlik rüzgarları da dağılmaya yüz tutmuştur
Birbiri ardına açılan ilim merkezleri, millî duygu tohumları ekip yeşerten STK’lar birbirleriyle yarışmaktadırlar. Bunlardan bir tanesi de benim hasbelkader başkanlığını yaptığım Türk Dünyası Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği’dir.
Milli ve manevî duygulara hasret insanların koşup geldiği; bu duygulardan yoksun, boşluk içerisinde olanlara merhem olmak için ayaklarına giden bir sürü gönüllü kuruluşumuz ve gönüllülerimiz var artık. Elhamdülillah.
Bunların dışında Sayın Cumhurbaşkanımızın ortaya koyduğu ve devletin resmî hedefleri halini alan 2023, 2053 ve 2071 vizyonu var ki biz buna “Kızılelma” diyoruz. Ülkemizi çağlar üzerinden sıçratmak, ilk 5 ekonomi içerisine yerleştirmek, bu vizyonu elde etmek için verilen her nefes, atılan her adım, akıtılan her damla terde heyecan varsa işte o millî şuurdur
O millî şuurla 2023, 2053 ve 2071 hedefine koşan insanın artık bir ülküsü bir Kızılelma’sı var demektir.
Bunların sayıları azımsanmayacak kadar çoktur. Sayılar her geçen gün artarak devam etmektedir. Tarihimizin şanlı sayfalarına baktığımız zaman ülkemize nice parlak zaferler kazandıranların sayısının ne kadar fazla olduğu görülmektedir.
O şanlı ecdâdın evlatları olarak, onlardan sirayet eden maneviyatla bezenmiş millî ruh genlerimizde vardır. Sadece küllerin hafifçe savrulması yeterli olacaktır.

1-) Toprak geri gelir fakat kaybolan tarih geri gelmez. Tarihte iki devlet silinip gitmiştir.
Birisi Endülüs Emevi devleti, diğeri ise Rum Pontus devletidir. Yok olma nedenleri ikisinin de aşağı yukarı aynıdır.
Tahta kavgaları, siyasi çekişmeler… Her ikisi de yabancı kültür istilasında kalarak tarihten silip gittiler. Ülkemiz Tanzimat sonrası aynı tezgâha oturtturulduğu için akıbeti bu iki devlet gibi her an silinebilme tehlikesi ile karşı karşıyadır. İşte Rum zulmünden kurtardığımız Kıbrıs gençliği. Referandum yapılmış olsa hemen Güney Kıbrıs’a yamanır. Alır başını gider. Çünkü o gençliğe, toprağa bağlayacak iman ve itikat gücü verilmemiştir. Emperyalist eğitim, emperyalizme teslim olmak demektir. Aşağı yukarı aynı kulvarda seyrediyoruz. Bizim de eğitimimiz yerli olmaktan uzaklaştırıldığı için en başta temel sayılan aile yapımız sarsılmış durumdadır. Boşanmalar hat safhada. İsmi Müslüman yaşantısı ile görüntüsü Katolik. Bir Fransız ile bir Türk’ü(veya diğerlerini) yan yana getir, hangisi Müslüman hangisi Fransız ayırt edemeyecek duruma geldik.
Bunun istikbaldeki ifadesi, yıkım ve dağılma demektir.

2-) Karabağ konusunda benim görüşüm bellidir.
Cephede Azeri kazandı masada Rusya geldi oturdu.
Şimdi söz hakkı onun. O ne derse o oluyor…

3-) (Z kuşağı) demeyelim de “kökünden uzaklaştırılmış kuşak” diyelim. Lozan masasının en birinci görevi, toprak bölüştürmekten ziyade Osmanlı devletinin üç kıta üzerinde inşa ettiği kültürü yok ederek milletimizi tarihten silmektir.
Bunun için hedeflerinde her zaman İslamiyet vardır.
Laikliği getirmelerinin nedeni de budur.
Laiklik, İslam dışı takılmak demektir.
Gençlerimizin ekseriyeti; uyuşturucu bataklığında, veya porno kıskacında laik demokrasi dedikleri kokuşmuş hürriyet sakızı çiğnetilerek oyalanıyor. Gençliğini milli değerlerde eğitmeyen bir millet dağılır, yok olur. Şimdiki halimize manipülasyon deyip geçemeyiz. Deist, ateist derken cinsi sapıklık hızla yayılmaktadır. Neredeyse it anasını tanımayacak duruma geldik.

4-) İstanbul Sözleşmesi bilmecenin şaşırtmacısıdır.
Olsa da olmasa da bir şey değişmez.
Türkiye laiklik demokrasi cenderesine sıkıştırılınca her türlü kirliliği meşrulaştırarak, üstelik anayasal teminat altına alınmıştır. .. Dokunamazsın, elleyemezsin…
Kadın cinayetlerinin nedenini sözleşmelerden ziyade
Kemalist rejimde aramak en doğrusudur. Sosyal hayat tümüyle, ahlaksızlıkta iyice bunalıma girmiştir. En küçük bir mesele dahi cinayetle sonuçlanıyor. Üstelik, cinayet işleyene verilen ceza, insan onuru ile alay etmek gibi bir şeydir. Adam öldürmek hem kolay hem de en ucuz. Erkeği kadını fark etmez… İthal akla dayalı inkılâplar mınkılaplar, kökten silip atılmadığı sürece yaranın daha da derinleşeceğini göreceğiz.

5-) Türkiye’nin geleceğini içi kof sloganlarla elde etmek mümkün değildir. Kâinatı Yaratan birde yol çiziyor, kim ki o yolun dışına çıkarsa hüsrandadır. O bakımdan, evvela milli eğitimin milleşmesi gerekir. En azından tarihin bir nevi şifresi ve alfabesi sayılan Osmanlıca mecburi dersler arasına konulmalıdır. Şarttır,caizdir, farzdır… Bu işler, kuru sıkı çağdaşlık, laiklik, demokrasi havalarıyla olmaz. Ayet ferman ediyor: “Müminler ancak kardeştir.” Kardeş miyiz ona bakalım.
Bu sözün ne demek istediğini çoğumuz anlamıyoruz, okuyoruz yine bildiğimize gidiyoruz. Bildiğimize gitmeyeceğiz. Yaradan’ın çizdiği Kur’an yolundan gideceğiz. İnsanlığın kurtuluşu orasıdır, burası hiç değildir…

1-) Edülüs Emevilerinin akibeti İslam Tarihinde hazin bir yara olduğu kadar Müslüman toplumların kıyamete kadar ibret almaları gereken bir olaydır. Cenab-ı Hak hiçbir şeyi hikmetsiz yaratmaz . Her olayın sebepleri ve sonuçları vardır. Hezimet ve katliamdan sonra sarayda yakalayıp hristiyan kıralın huzuruna getirilen bir vezire neden böyle yeniliverdikleri sorulunca, adeta bugünkü Müslüman toplumların durumunu tasvir edercesine , yolsuzluk, adam kayırma, rüşvet ve suistimallerin ordu dahil devletin her kademesine nasıl nüfuz etmiş ve kangrene dönüşmüş durumda olduğunu anlatmıştır. Bu örtüşme ve benzerlik haklı olarak bugün birçok müslüman düşünürü endişelendirmekte ve uyarılar yapmalarına neden olmaktadır.
Akıllı insanlar tedbirsiz olmaktansa evhamlı olmayı tercih ederler. Müslüman Türkler Avrupa dan bakıldığında her zaman işgalci , barbar ve haksız olarak görülmüşlerdir. Onlar bizi kendimizin gördüğü gibi görmezler. Türkler her zaman dost canlısı ve iyi niyetli oldukları için başka milletleri de kendileri gibi zannederler . Halbuki durum hiç de öyle değildir. Avrupa birliğine almak istememeleri , teröristleri açıktan desteklemeleri , tüm darbelerde parmakları olması v.b hep bu sebeptendir. “Dinlerine uymadıkça yahudiler de hıristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır De ki: Doğru yol, ancak Allah’ın yoludur.“ (Bakara 120) ayetini unutmayalım

2-) Türklerin savaşta kazandıklarını masada kaybetmelerinin altında da
bu aşırı iyi niyet ve dostunu düşmanını iyi, tanıyamaması vardır. Savaşta bileğini bükemeyenler masada kandırmayı bilirler.Siz kandırılmasanız da içinizde kandırılmaya hazır olanları bulurlar. Gayrımüslimlerde mertlik ve yiğitlik hiç olmayan bir şeydir. Azerbaycanda da aynı risk hiç şüphesiz vardır. Efsane Çeçen komutan Cahar Dudayev in sözünü unutmayalım . “ Ruslarla yapılan anlaşmanın değeri üzerine yazıldığı kağıt kadardır. “ Gerek Avrupa gerekse Rusya ve Çin ile ilişkilerimizde işimizi sağlama bağlamanın tek yolu en kısa zamanda bağımsız eğitim, teknoloji, sanayi ve ekonomiye sahip olmaktır.
Dışarıdan milyarca dolarlık ithalat yapmazsak dolar yükselecek diye korkmamıza sebep kalmaz. Ancak bunu yapmak söylemekten daha zordur. Önce içimizdeki mikropları temizlemek zorundayız. Ne mikrobu? diye soranlar bu ve benzeri yazıları hiç okuyup moralini bozmasın . Onlar işte o aşırı iyi niyetlilerdir. Koskoca cihan imparatorluğunun nasıl ve kimler tarafından parçalandığını da düşünüp dert etmesinler.

Gençlerin büyük çoğunluğundan durumu tefekkür edip, kusurun İslamda değil Müslümanlarda
olduğunu anlamasını bekleyemeyiz. Hidayete eren ünlü İngiliz şarkıcı Yusuf İslam’ın “Müslüman olmadan önce İslam ülkelerini gezmediğim için Allah’a şükürler olsun “ sözü çok manidardır.

3-) Toplumdaki ahlak zafiyeti görünür boyutlara ulaşmışsa , örnek ve modellere önem veren , az okuyan az düşünen, az sabreden ve çabuk karar ve ren gençlerin bundan etkilenmemesi mümkün değildir. Özellikle dini temsil etmek durumunda olan sorumluların ve Müslümanların ahlakla bağdaştırılması mümkün olmayan davranışları genç kesim üzerinde son derece olumsuz bir etki yapmaktadır. Gençlerin büyük çoğunluğundan durumu tefekkür edip, kusurun İslamda değil Müslümanlarda olduğunu anlamasını bekleyemeyiz. Hidayete eren ünlü İngiliz şarkıcı Yusuf İslam’ın “ Müslüman olmadan önce İslam ülkelerini gezmediğim için Allah’a şükürler olsun “ sözü çok manidardır.

4-) Toplumdaki aile kurumu da maalesef ahlaki çöküntüden nasibini almıştır. Uzun zaman özellikle eğitimde kasıtlı olarak yapılan inanç düşmanlığı ve sözde özgürlük çağrıları aile yapısını bozmuş ve parçalanma noktasına getirmiştir. “ Özgürlüğün sınırları başkalarının özgürlük sınırına kadardır “ sözü sınırsız özgürlük olamayacağına vurgu yapmakta ise de , işin aslı öyle değildir. Özgürlüğün sınırları Allah cc ın sınırlarına kadardır. Bu sınırlara saygı göstermeyenlerin başka hangi sınırlara uyduklarının hiçbir değeri ve anlamı yoktur. Bu sınırlara uymayanlar sonuçlarına katlanır.

5-) Herhangi bir toplumda milli düşünce ve ülkü Allah’ın boyası ile boyanmadıkça batıl ve zararlı olmaya mahkumdur. “ boyası Allah’ın kinden daha güzel olan kimdir?” (bakara 138)
Kollektif kibir ve büyüklenme, cehalet ve ırkçılıktan başka bir sonuca götürmez. Hitlerin üstün Alman ırkı safsatası bunun en son örneklerindendir. İslamın güzelliği ve üstünlüğü insanların en çok sevdikleri şeyleri Allah’ın rızası için terk etmelerindedir. Asrı saadette Allaha cc ve Resulünün SAS getirdiklerine kayıtsız şartsız teslim olan ashap Allahın cc dini için sadece kendi kabilelerine karşı değil kendi kardeş ve babalarına karşı dahi savaşmaktan geri kalmamışlardır. Kendi kardeşine, babasına kılıç çekmek kolay bir imtihan değildir. Ashab onun için övülmüş gökteki yıldızlara
benzetilmiştir. Allah’ın ipini bırakanlara şeytanın uzatacağı çok ipi vardır. Ne var ki şeytan ipini onların boyunlarına geçirir.

Çocukluğumda Malatya’da yapılan düğünlerde, cenaze sonrası verilen yemeklerde mevlit okutulurdu. Bu mevlitlerin sonunda hocalar âmin diyerek duaya başlar. Bu dualarda genellikle şu mealde cümleler söylenirdi: “Allahım, İslam bütün dünyayı kaplasın, yeryüzüne senin has kulların hâkim olsun, İslamı ve Müslümanları koru.” O tarihlerde kendini solcu olarak niteleyen birçok kişinin mehter marşından hoşlandığı, sosyalizmin sözde eşitlikçi(!) görüşleri üzerinden, dünyaya adil bir nizam vermek gerektiğini düşündüklerini gördüm. Bu tespitler şuna işaret ediyordu: Türk milli kültürü cihanşümuldur, insani değerlere dayanır, dünya hâkimiyetini öngörür, evrensel düşünür, tefekkür hacmi bütün dünyayı kaplar. 2000 başlarında, “2050’lerde Dünya ve Türkiye’nin geleceği” üzerinde çalışmıştım. Bu çalışma esnasında, şu sonuçlara varmıştım: İmparatorlukların ve büyük medeniyetlerin sınırları olmaz, bu sınırlar halkın hayal dünyasının ötelerine kadar uzanır. Bu düşünceden hareketle, Türkiye’nin büyük güç merkezi olması gerektiğine iman ettim. Bunu gerçekleştirmek için şartlar nelerdir, ne yapılırsa büyük güç olunur, Türkiye büyük güç merkezi olursa, dünyaya adaletli bir nizam gelir mi, dünya barışı kurulabilir mi? Bunları araştırdım. Vardığım sonuç şu oldu: Türkiye’nin kendi içyapısı buna müsait mi, bunu başaracak bir irade ortaya çıkacak mı-çıkar mı-Batı’nın kuyruğunda gitmeye devam eder mi, büyük düşünen devlet adamları gelir mi? İkinci nokta, dünya hangi istikamete gidiyor? Dünya’da nüfus, göç, sanayi gelişme, savunma sanayi, teknoloji, uzay araştırmaları, şehirleşme, yapay zekâ, nano teknoloji, bioteknolojiler, dijital teknolojiler gibi alanlarda ne gibi gelişmeler olacaktır? Yeni bloklar, etnik-dini manada bütünleşme veya çatışmalar hangi istikamete gidecektir, ideoloji ve dini akımların misyon/rolü ne olacaktır, devletler arası nispi güç mukayeseleri ne yönde değişecektir; bütün bunların hesap edilmesi gerekiyor.

Bu iki şarttan önce, en evvel, her şeyden önce bir devletin hedefinin-hedeflerinin olması gereklidir. Darb-ı mesel haline gelmiş söz vardır: “Hedefi olmayan gemiye hiçbir rüzgâr yardım etmez, diğer bir ifade ile nereye gideceğini bilmeyen kaptana hiçbir rüzgârın faydası olmaz.” Bir devlet için birinci mesele misyon/ görev meselesidir. Bu görev, beka, bağımsızlığın korunması, milli güvenliğin teminat altına alınması, barışın/sulhun muhafazası, gibi hedeflerdir. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın gibi düşünceler, gölgesinden korkan, ne kokan ne bulaşan güvenlikçi anlayışlarda görünüşte bir politikadır. Günü kurtarma, maslahat tedbirleriyle işi zamana yayarak ayakta kalmak, görünüşte zevahiri kurtarabilir, ancak sonuç getirmez. Çöküşü geciktirir fakat durduramaz. Tedbir ve hedef, yani güvenlikle hedef (milli misyon-ülkü-ideal-mefkûre) bir arada düşünülürse, devlet kademe kademe ilerler, güç merkezi haline gelir. Demirel’in 90’lı yıllarda Musul-Kerkük
meselesinde dediği gibi:Atatürk’ün, İnönü’nün yapamadığını ben mi yapacağım,” derseniz, halkın refah seviyesinin yükseltilmesi ve bir takım ekonomik ilerlemeleri esas alan göstergelere takılırsanız, asıl mesele unutulur, idealler meflûç hale gelir, sistem içten içe çürüyerek çöker. İnsanlar, aslında gerçek dünya ile hayal dünyası arasında yaşarlar. Uyurken rüya görür, uçar kaçar, uyanınca; rüyalarının bir kısmını hayallerle süsleyerek gerçek dünyada elde edeceği menfaatlere, başarılara yorarlar. Hayal ve hedef, hakikat ve başarı iç içedir. Hedeflerin büyük olması, güç ile orantılı olmaması, imkânsız gibi görülmesi, hayalci bulunması hiçbir zaman tereddüt yaratmamalıdır, azmin kaybedilmesine, isteksizliğe sebep olmamalıdır. Hayal ve sınırsız arzu, yenilmez irade, büyük olmanın temel kaynağıdır. Hiçbir başarı risksiz değildir, risk almadan hiçbir zafer kazanılamaz. Bunu başarmak için adanmış insan yetiştirmek gereklidir.

Bir ülkenin yöneticilerinin kim olacağı, Atlantik ötesinden belirlenirse, iktidar ve muhalefet Atlantik ötesinin olurunu almak için yarışırsa; o ülkede büyük düşünce ortaya çıkamaz. Balık baştan kokar misali, gençler de günü kurtarmak için; Akdenizleri aşarlar, sınırlardan taşarlar, Avrupalara kaçarlar. Çünkü burada insanların kaderini belirleyen kendi yöneticileri değil, dış güç odaklarıdır. Bu günün dünyasında dış güç odakları para ile finans sistemi ile askeri güç ile nükleer silah tehdidi ile bir sistem kurmuştur. Hiç kimsenin bu sistemin dışına çıkmasına müsaade etmiyorlar, güçleri yettiği müddetçe etmeyeceklerdir. Dünya’da her şey zeval/yıkım/ölüm (entropi) kanununa tabidir. Bu kanun vücut misali gibidir: iyi bakarsanız, damdan aşağı atlamazsanız, zehirli mantar yemezseniz, uzun müddet yaşarsınız. Kimi 30 sene yaşar, kimi 160 sene… Devletlerin ömrünü kıyaslarken bu rakamı en az 10 ile çarparak ömür tayin edersiniz.

Bizim bu gün üzerinde tartıştığımız asıl mesele şudur: Türkiye büyük güç merkezi olabilir mi, olması için ne yapmalıdır, bunun yolu ve metodu nedir? “İstanbul Düşünce Enstitüsü,” kurulduğundan (Ağabeyimiz, vizyon adamı, kendini milli düşünceye adamış Mustafa Şatıroğlu Bey’in öncülüğünde) bu güne kadar; manevi değerlerin savunulması, ahlak eğitimi, İslami değerlerin yeniden inşası, Türkiye’nin yeniden büyük güç merkezi olması, İslam dünyasının toparlanması/bütünleşmesi, Türk birliğinin kurulması meselesine büyük ağırlık vermiştir. Bu hedefleri başarmak için yol ve metotların araştırması içindedir. Sorun şu noktalarda düğümlenmektedir: Türkiye’nin büyük hedefleri olmalı mıdır, olmamalı mıdır? Olacaksa, ne olmalıdır?
Günübirlik meselelerle mi boğuşmalıdır, ortaya kuşatıcı bir vizyon mu koymalıdır? Kısa vadeli hedeflere, günün basit çıkarlarına mı odaklanmalıdır, başkalarının dümen suyunda mı dalgalanmalıdır? Trump, beni davet etti, Bush aferin dedi gibi aşağılayıcı gündemlerle mi meşgul olacaktır. ABD ne dedi, ne diyecek, ne derse ayvayı yeriz gibi, çapsız problemlerle boğuşmaya devam edecek midir, etmeyecek midir!?
Samuel Huntington’un da dediği gibi; Türkiye son 150 yılda bir zihniyet parçalanmasına uğramıştır, bu meseleyi aşabilecek midir, aşamayacak mıdır? İslam medeniyetinin öncüsü olmaya karar verecek midir? Vermeyecek midir? Türk birliğini gerçekleştirmek için hedefe kilitlenecek midir? Doğu Türkistan’ı unutacak mıdır? Bu hedefleri başarmak için “çağlar üzerinden aşarak, bilimde, teknolojide, askeri ve endüstriyel alanda,” aşkın hedefler koyarak azimle yürüyecek midir, bu kararı/kararlılığı nesiller boyu sürdürecek midir, esas sorun budur!

stanbul Düşünce Enstitüsü, “Kuran ahlakının yeniden inşası, İslam dünyasının liderliği, Türkiye’nin yeniden büyük güç merkezi olmasını, dünya nizamını tayin edecek güç ve kapasiteye ulaştırılması gerektiği” fikrini savunmaktadır. Bu düşünceden hareketle eğitim müfredatının bu mantığa göre yeniden şekillendirilmesini, ekonomik ve sosyal hedeflerin sil baştan yeniden tanzim edilmesini savunmaktadır. Bu hedeflere ulaşmak için tekliflerimizi sıralıyoruz:
İktisadi kalkınma hızının %9-10 seviyesine çıkartılmasını, yurtiçi tasarrufların %35 seviyelerine ulaştırılmasını, cari açık ve bütçe açığı değil, cari ve bütçe gelir fazlası vermesini, nüfus artış hızının %1,5’in altına düşmemesi çin ekonomik ve sosyal teşviklerin geciktirilmeden yürürlüğe konmasını teklif ediyoruz.
Anadolu’yu doğudan batıya uzanan 3 hatla birbirine (kuzey, orta ve güney hatları) bağlamalıyız, bunları da kuzeyden güneye Karadeniz’den-Akdeniz’e uzanan 10 tane paralel hızlı tren demiryolu hattı ile birbirine bağlamalıyız.
Teklif ettiğimiz yüksek kalkınma hızı, ekonomiyi her 8 senede bir 2 katına çıkartacak, 20 sene içinde Avrupa’nın en büyük ekonomik gücü haline geleceğiz. Yurtiçi tasarrufların teklif ettiğimiz seviyeye çıkartılması, dış borçlanma ihtiyacını ortadan kaldıracak, ekonominin kendi iç dinamikleriyle sürdürülmesini sağlayacaktır.

Nüfus artışının sürdürülmesi uluslar arası güç dengelerinde üstünlük sağlamanın yolunu açacaktır.

Prof. Zafer Toprak’ın bir konferansında kendisinden dinlemiştim. Mealen şöyle dedi: Osmanlının Batı karşısında yenilmesi ve geri çekilmesi teknoloji bakımından geri kalmakla birlikte aynı zamanda nüfus sorunudur. İçeride azınlıklar ve Hıristiyan unsurların nüfusu sürekli artmış, yönetici unsur (Türkler) ile arasındaki nispi nüfus dengesi bozulmuştur. Bunun yanında, Kanuni devrinde, Avrupa nüfusu kadar nüfusu olan Osmanlının nüfusu son asırlarda İngiltere, Fransa ve Almanya’nın bile çok gerisinde kalmıştır. Bu nedenle Türkiye’nin nüfus artış hızının %1,5’in altına düşmesini asla müsaade edilmemelidir.
Dünya Nüfus Fonu’nun tahminlerine göre; dünya nüfusunu 2100 senesine kadar en çok, 11-12 milyara ulaşarak sabit kalacağı öngörülmektedir.
Nüfusu istikrarlı biçimde artan ülkeler kazançlı çıkacaktır, gerileyenler tarihi rollerini yitirecektir. Nüfusu gerileyen ülkeler, çalışan nüfus kaybını önlemek için dış göç alacaktır.
Bu göçün kaynağı Afrika olacaktır.

Afrika’nın nüfusu 2100 tarihine kadar, 3,5-4 milyar arasına ulaşacak, en fazla göç veren kıta haline gelecektir. Eğer Türkiye’nin nüfusu istikrarlı bir biçimde artmaya devam etmezse, iş gücü kaybını önlemek için Pakistan, Afganistan, Hindistan ve Afrika’dan göç kabul etmek mecburiyetinde kalacak, nüfus yapısı değişecek bu da yalnız Türk unsurlara dayanan kurucu ideolojinin istikrarını bozacaktır.

Millet Olmadan Ümmet Olunmaz

İnsanoğlu içine doğduğu aile, aileyi oluşturan anne, baba ve akrabalar, üzerinde olduğu coğrafya, düşünme şeklini belirleyen ırk, dil, din, geçmiş hayatlar ve bunun toplamı ortak tarih, doğduğu topraklarında çerçevelediği günlük hayat, alışkanlıklar, algılar ve kültürel etkenlerin meydana getirdiği bir tabiri caizse paketle, kendisinin zerre kadar katkısı ya da söz hakkı olmayan bir kimlikle dünyaya geliyor.
Tek bir yaratıcının olduğu ve hüküm sürdüğü evrende, uzay derinliğinin bir köşesinde doğduğu andan itibaren hayatın geri kalanını belirleyecek olan bu kimlik, kişi, ya da topluluklar tarafından reddedilmesi imkânsız bir faktördür. Doğal olarak güçsüz ve etkisiz eleman olarak dünyaya gelen bu canlı çocukluk çevresinde gördüğü her şeyi kaydederek varlığını biçimlendirir.
Ortak özellikler sergilediği aile akraba konu komsu ve geniş çevre ile doğal bir hareket duygu ve düşünce birliği oluşturur ki, bireyin var olma aşamasında, şahsiyet geliştirme, korunma ve koruma ve aidiyet geliştirmesinde doğal bir mecburiyettir. Bu bireysel hareketler tabii olarak millet oluşumunu meydana getirir ve insan kendisinde olanı, tanıdığı bildiği olguları doğru ve geçerli kabul eder ve kendiliğinden oluşan milleti savunur. Aile, toplum ve millet birliği doğal olarak kendini yönetirken milletin kendi yönetimini, devletini kurmasına yol açar.

Birey, aile, topluluk, millet ve devlet oluşumunun homojen yapısı dinler aracılığıyla değişime uğramış ve yerelden çıkıp, daha büyük kitlelere, millete evirilmiştir. Yaratıcı toplumun arasından seçtiği elçilerle topluluklara yön vermiş, Kendisinin tek hâkim, tek yaratıcı ve düzen kurucu olduğunu tekraren hatırlatmış ve insanın ufkunu geliştirmesi, daha geniş düşünmesi ve diğer insan gruplarıyla iletişime ve empatiye geçmesini murad etmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de altmış dört yerde geçen ümmet kelimesi, benzer inanç ve hayat tarzına sahip insan gruplarına (el-Bakara 2/213) ümmet demiştir. İnsanın yanı sıra hayvan ve cin topluluklarına (el-En‘âm 6/38; el-A‘râf 7/38), ya da (Âl-i İmrân 3/104) “Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir ümmet bulunsun” mealindeki ayette olduğu gibi büyük bir topluluk içindeki özel bir zümreyi de betimler.

İslâmiyet’i son ve tamamlanmış düzen olarak belirleyen yüce yaratıcı, varlığını, yöneticiliğini ve tekliğini red edenlere karşı ve şeriatının güçlenerek evrensel din haline gelmesinde ümmetin oluşumunun, aynı inanç, duygu, düşünce ve kaynaktan beslenen topluluğun gelenekler üstü bir inancı taşımaları dolayısıyla bir arada, beraberce hareket etmelerini ve bir vücud olarak birbirlerinin acısını, sevincini paylaşmasını, Âl-i İmrân süresinde de (3/110) Müslüman toplumundan “bütün insanlığın dirliği için varlık alanına çıkarılmış bir ümmet” şeklinde söz edilerek onların gerçeği temsil etmeleri gerektiğine dikkat çekilmiştir.
Fransız İhtilâli’nden sonra Batı’da ortaya çıkan milliyetçilik ve ulus devlet anlayışının XIX. yüzyıldan itibaren Müslüman toplulukları da etkilemesiyle darbe alan dayanışmacı ümmet fikri, küresel anlamda Müslümanların birbirinden kopuk bir şekilde, nerdeyse habersiz veya çaresiz bir halde bütünleşme kaygısı olmadan, ortak sorunların farkına varmadan, yani kardeşinin acısını hissetmeden veya çabucak unutarak yaşayan organizma haline döndürmüştür.

Sade bir insanın bile benliğini alt üst eden herhangi bir savaş, ailelilerini kaybeden dünyanın ortasında bir başına kalan bebek sayılacak kadar küçük ve korumasız, her türlü istimara açık çocukların acısını, afetler karşısında anlık üzüntülerle, her şeyini, insanlık hakkını ve onurunu kaybeden insanların kederini yüreğinde hissetmek, uzayıp giden melankolik duygularla dertlenmek bir Müslüman Ümmeti üyesi için yeterli değildir. Yardım elini uzatmak, derdiyle sorunu çözmek için kolları sıvamak, risk almak, mücadele etmek ise hem insan olmanın bir tezahürüdür. Müşterek inanç, irade, bir ruh ve manevi ilke olan ümmet hareketi organik, kapsayıcı, nitelikli bir çerçeve gerektirir. Müslümanın millet ve ümmet anlayışı kar ettirici bir şirket ya da kurum değil, bir aile ilişkisine benzer.
Kardeşlerin birbirini sahiplenmesi veya anne babanın evladına şefkati daha güçlü bir bağ ortaya koyar. Ailenin fertleri arasındaki ilişki ‘bir bütünün parçası olmak’, ‘birbirine sahip çıkmak’ zemininde yürür. Aile sahip çıkmak demektir, güzel anılar, fotoğraflar biriktirip hayatı güzel görmek değildir. Birbirinden farklı düşünen, pek görüşmeyen aile bireyleri bile diğerlerini kendinden görerek ve sahip çıkar ve bir dayanışma ağı ortaya çıkarır. Aile, millet ve ümmet iyi ve kötü günde bir araya gelirler, birbirlerine sahip çıkarlar. Bu toplulukları oluşturan her fert tek bir atom gibi hareket etmelidir.
Bu bütünlüğü korumanın en önemli şartı da ekonomik, teknolojik ve bilimsel olarak hiç değilse kendi kendine yetebilmektir, sadece tüketici olursanız, sömürülmekten kurtulamaz ve asla birey olamazsınız. Günümüz dünyasında kadın üzerinden vurulan aile müessesi, en çok altı oyulan kurum haline geldi. Sosyal, görsel ve yazılı medya, diziler, kadın programları, filmler, basın yayın araçları aracılığıyla aile çökertilerek, insan yalnızlaştırılarak köleleştiriliyor. Köleleşen ümmetin çocukları, Doğu Türkistan, Kudüs, Irak, Suriye, Yemen ve Arakan’da can veriyor.

(1) Comment

  • A WordPress Commenter
    Mart 7, 2023 at 3:26 pm

    Hi, this is a comment.
    To get started with moderating, editing, and deleting comments, please visit the Comments screen in the dashboard.
    Commenter avatars come from Gravatar.

Comments are closed here.